Çakıl Sesleri

Bilinç öyle muazzam bir oluşum ki, hem hayatı, hem de ölümü barındırıyor içinde. Varlığımın bir gün sona ereceği düşüncesinden korkuyor, ne kadar yaşama bağlı kalmaya çalışırsam bir o kadar ölümü getiriyorum gözümün önüne. Ne zaman durulsam, durgunlaşsam, yorulsam, anında hissediyorum o varolmanın dayanılmaz hafifliğini. Sırf bu nedenle, varoluşumun sinir hücrelerini yakar gibi, kendimi insanlığımın sınırlarını zorlarken buluyorum. Bazen de kendimi seçimlerimde söz hakkına sahip olduğum konusunda kandırıyor, kendi hayatımda Tanrıcılık oynuyorum. Bu oyun bana ihtiyacım olan sahte iktidarı, beynimin içinde bulmama yardım ediyor. Düşünce denizimde sağa sola sürükleniyorum durmadan. Hayatın akışkanlığından ne kadar korkuyorsam, bir o kadar seviyorum düşüncelerimin birbirini yutarak geniş bir alana yayılmasını. Kendimi bir anda duyu hafızamı yoklarken buluyorum; çakıllar nasıl da huzur verici bir ses çıkartıyordu dalgalarla birleşince? Küçük bir anı, tozlu raflara kaldırılan eski bir düşünce, beklemediğin anda gelen bir koku, insanı bazen tam olması gerektiği yere, bazen de olmaktan en çok korktuğu yere götürüyor.

Sakin bir sesle soruyor bana karşımda oturan bu tanıdık yüz: “En çok korktuğun yer neresi peki?” Neresi olabilir, tabi ki de bilincimin derinlikleri! Anılarımın beni sürüklediği yerlerden korkuyorum; çakıl taşlarının sesi mesela. Kafamdan çıkmıyor bu ses, durmadan birbirine çarpıyor bu çakıl taşları. Bu düzensiz sesten nefret ediyorum. Sanki kendi içimde kapana kısılmış gibiyim, kendimi burada zorla tutuyor gibiyim; bir sürü şey gibi olduğumu söyleyebilirim fakat olmadığıma emin olduğum tek şey öz benliğim sanırım.

“Bana mı inanmıyorsun?” diye soruyorsun bana kibirle, sanki her şey seninle ilgiliymiş gibi. Sana inanmadığımı nasıl dile getirebilirim ki? İnanıyorum sana, inanmak zorundayım, çünkü seni reddetmek kendimi reddetmek demek aslında. Buraya seni reddetmek için gelmedim.

Aslında bakarsan, buraya neden geldiğimi geldiğimi bilmiyorum. Sebeplerimi sıralayabilirim tabi ki; kendimi nasıl kötü hissettiğimi, paramparça hissettiğimi uzun uzun anlatabilirim, yara aldığım yerleri gösterebilirim sana utanmadan. Bunlardan çekindiğimi sanma sakın, asla çekinmem. Sadece çakıl taşlarının sesi var aklımda ve sana dair bazı anılar.

Ayaklarımı suya sokmaktan korkuyorum. Sen de bilirsin, suya ilk adımı atmak hep zordur benim için. Bu huyumu bildiğin için gülüyorsun zaten bana. Belki de halime gülüyorsun, bilmiyorum. Sana inat sokuyorum suya ayaklarımı. Dalgalar sahile vurdukça, ayaklarımın altından kumların kayıp gidişini hissediyorum. Bir de kulağımda duymaya alıştığım bir ses var: çakıl taşları. Gecenin sessizliğini dolduruyor birbirine vuran taşlar; bizim yerimize konuşuyorlar ve bizim yerimize susuyorlar. Yıllardır beraberler oysa ki, beraber şekillenmişler, nasıl hala bu kadar çok şey anlatabilirler birbirlerine? “Bilmiyorum, onlara sormak lazım.” diyorsun. Sen de bir alemsin, çakıla sorulacak soru mu bu?

Hatırlar mısın, andan başka hiçbir şeye sahip olmadığımız bir boşlukta, deniz kıyısına uzanıp gökyüzünü izliyorduk. İlk kez o gün duydum çakılların sesini; dalga çakılları hoyratça karaya vuruyor, sonra utanması yokmuş gibi kendine çekiyor, çektiği taşları tekrar atıyordu. Çakıl taşları denize, tuza, birbirlerine karışırcasına hareket ediyorlardı suyun içinde. Bu kadar sakin bir denizin böyle çok ses çıkartmasını garipsemiştim. Sen aldırış etmemiştin bu seslere, senin için hayat böyle küçük şeylere aldırış edemeyeceğin kadar kısa çünkü. Oysa ki hayatta kaçırdığın bir şey var Vedat, hayat bu küçük şeylere dair olandır zaten!

Öyle naif, öyle görünmez bir şey ki aşk; ne zaman seni sardığını, ne zaman da başından savdığını anlayamıyor insan. Ben seni her şeye saklamışım; her ağacın altında ismini sayıklamışım, o yüzden unutamıyorum seni. Seni unutmaktan çok, beni ben yapan o hatıralarından vazgeçmekten korkuyorum. Sanki sen olmadığında kendimi daha da yalnız hissederim gibi geliyor.

Kendimizi eksik hissettiğimizde neden kolayca bulamayız sebebini? “Bir şey eksik işte, adını koyamıyorum.” Gitgide özlem duyduğum benliğim olmasın bana kayıp hissettiren? Sanki zaman içinde daha az ben oluyorum, ben olmak çok karmaşık bir şey oluyor, ipin bir ucunu yakalasam bile diğer ucuna varana kadar daha çok karıyorum kendimi. Sanki en başa dönsem, her şey tertemiz olsa, taşlarımı yavaş yavaş, emin adımlarla koysam, daha çok bilirdim kendimi. Bazen kendimi o kadar az tanıdığımı hissediyorum ki, hayallerimi sanki bir yabancıymışım gibi izliyorum. Kaçmak istiyorum, yürümek, uzaklaşmak, başka bir yerde, başka bir insan olup, başka bir gerçeklikte kendimi var etmek istiyorum. Beni en iyi sen anlıyorsun Vedat, belki bu kadar konuşmama bile gerek yok. Kafamda bir sürü soru var, onların cevabını arıyorum sadece. Varlığım ne zaman bir bütün olacak? Çakıllar nasıl ses çıkartıyordu kıyıya vurduklarında?

Çok konuştum, biliyorum. Belki de sen az konuştun sadece. Umarsızca bakıyorsun yüzüme, nefret ediyorum bu bakışından. Çocuksu hallerime, şımarıklığıma, aptallığıma kızar gibi bakıyorsun yüzüme. Ayrılık tahminimden daha zormuş Vedat. Duvarların üstündeki çizgilere bakıyorum, çakıl taşlarını dinliyorum, bazen bir kahve koyuyorum, eskiden bunları seninle yapardım, şimdi tek başıma yapıyorum. Gittiğini kabul etmek istemiyorum. Sadece kulağımda çakılların sesi var.

Genel kategorisine gönderildi | Çakıl Sesleri için yorumlar kapalı

Yeniden başlamak, her seferinde

Kendimi bir yana bırakıp sana varıyorum onca şeyin arasında. Kapını aralıyorum, kapı gıcırdıyor, evin sessizliğinde yankılanıyor bu kapı gıcırtısı. Sessizce itmeye çalıştıkça daha çok ses çıkıyor kapıdan, sus diyorum be kapı, duyacaklar şimdi bizi. Sen geldiğimi söyleme, ben de senin sözlerini saklarım herkesten diyorum. Kapının kulağına eğilip bir sır veriyorum kendime dair, kapı da eksik kalır mı, aynı şekilde karşılık veriyor bana. Kapı ve ben bir sırrı paylaşıyoruz beraber, dökülen yerlerimiz aynıymış onu görüyoruz. Meğer kapıyla aynı yerlerimizden yıpranmışız; beraber çürümüşüz ama bilmiyormuşuz, bulamamışız birbirimizi. Kapı da bastırmaya çalışıyormuş sesini, tıpkı benim gibi!

Kapı gıcırtısı dolduruyor tüm evi. Sessiz olmaya çalıştıkça daha çok yankılanıyor ses; tüm duvarlara değiyor, her odaya giriyor, yerdeki ahşap döşemelerde geziyor, pencerelerden dışarı taşmaya çalışıyor fakat bir türlü başaramıyor bulunduğu yeri terketmeyi. O an sanki tüm dünya kulağını dayamış da kapıyı ve beni dinliyordu sanki, artan sesimize bir anlam vermezcesine bakıyorlardı yüzümüze. Lanet bu ya, herkes bizi dinledikçe daha da şiddetleniyordu ses, artık daha çok çıkmak istiyordu dışarı sanki-daha çok zorluyordu pencereleri. Kalbim sessiz ol, duyacaklar sesini.

Kapı ve ben aynı heyecanla bekliyorduk sana varmayı- oysa kapı bilmiyor muydu içeride neler sakladığını? Biliyordu tabi, kapılardan daha iyi kim bilebilir sırları? Kapılar da az düzenbaz değillerdir, bilseler bile saklamayı çok iyi becerirler. Oysa bu kapı benim dostumdu, bir atıyordu kalbimiz, bir evi dolduruyorduk beraber; bir yanda kapı gıcırtısı, bir yanda kalbimin atışı. Sus diyorduk birbirimize iki yaramaz çocuk gibi, sus duyacaklar şimdi. Kapı kıkırdıyordu, ben de kıkırdıyordum ama daha az; sonuçta ciddi bir iştir bir kapının ardına bakmak.

Varmaya çalışıyorum sana, senin yanına; ama hala neden seni bu kapının ardında aradığımı bilmiyorum. Dünya üzerinde açabileceğim her kapıyı bir yana bırakıp bu kapının önünde buldum kendimi ama sebebini bilmiyorum. Kapının sesi daha çok şiddetleniyor, ben daha çok korkuyorum, ya bu kapının ardında değilsen? Seni yanlış yerde arama fikri, seni bulama fikrinden daha ağır geliyor o anda kalbime. Seni bulmak için yanlış kapılara bakıyorsam, seni bulmam icap eder mi gerçekten? Sanki hiçbir kapıyı denemezsem daha çabuk ulaşırım sana; bu korku bir anda dolduruyor beynimi.

İşin doğrusu, aslında bu kapının ardında beni senin beklediğini bekliyorum. Senin parmakların bu kapıya değmiş olmalı, bu kapı seni gördüğü için bu kadar doğru geliyor gözüme. Dökülen boyası hiçbir şey götürmemiş güzelliğinden. Sanki tam olarak neresi kırılması gerekiyorsa orası kırılmış, boyası tam olarak böyle aktığı için bu kapı bu kadar güzel, çürüdüğü yerler hep çürümesi gereken yerlermiş sanki- bu kapı tam da olması gerektiği gibi.

Kapıya öfkem artıyor, seni benden sakladığı için. Seni aradıkça kapı seni daha çok yutmuş, daha çok içine almış, daha çok ayırmıştı bizi. Üstüne üstlük bir de haber veriyor sana geldiğimi pişkin pişkin. Oysa ben dost sanmıştım kapıları, işte kapılar siz ne zaman güvenirseniz o zaman ihanet ederler size. Sus kapı, duyacaklar sesimizi. Geldiğimi söylemesen olur mu, belki gördüğüm zaman girmek istemem içeri, sadece bakıp çıkmak istemiştim- şimdi nasıl kaçarım sen bu kadar bağırırken?

Kendimi bir yana bırakıp sana varmak istiyorum onca şeyin arasında. Varmak istiyorum ama korkuyorum, seni yıllar önce sakladığım o oda, ya eskisi gibi değilse? Ya değişmişsen, artık sen gibi değilsen- ya tanıyamazsam seni gördüğümde? Hafızamda bıraktığın anılar öyle güzel ki, çok korkuyorum- ya aslında hatırladığım kadar güzel değilse o tüm dünyadan sakladığım?

Bazı kapalı kapılar ardında tutuyorum seni. O kadar çok korkuyorum ki seninle yüzleşmekten, bile bile kilidini kaybettiğim anahtarlarla kitledim seni o odaya. Bir yandan da çok merak ediyorum, acaba bana söyleyeceğin bir şeyler var mı kafanda? Açık bir denizde sürükleniyorum sanki; yola nasıl çıktığımı, ne isteyerek çıktığımı, nereye varmayı amaçladığımı tamamen atmışım kafamdan. Sanki kapıyı açarsam; yolumu aydınlatırmışsın, bana doğru soruları sormayı öğretirmişsin gibi geliyor bana. Üstüne ne kadar kilit vursam, o kadar çok istiyorum özgür kalmanı. Ne kadar bakmasam o kadar çok istiyorum gözümün içine bakmanı. Kulaklarımı kapasam, duymasam sesini; ama yine de duyursan kendini. Sus be kapı, sırası mı şimdi anılar deşmenin? İşine bak, sen daha kendi yaralarını tamir edememişsin.

Kapıyı ittikçe daha çok gıcırdıyor kapı. Odanın içi gıcırtı sesiyle dolup taşıyor, kapı gülüyor bana sanki. Yoksa bu kapının son ikazı mı bana, kapıyı açmayı bırakmam için? Belki de dur diye bağırıyor bana kapı, son kez soruyor bana: Emin misin? Kapı dediğin altı üstü bir kapı, ne bilir ki de uyarıyor beni? Son bir gücümle itiyorum kapıyı, parmak uçlarım yavaşça uzaklaşıyor kapıdan, kapı sessizleşiyor, uzun uğraşlar sonucunda açıyorum kapıyı. Bir süre sonra ilk kez büyük bir sessizlik sarıyor odayı- sessizlik çok daha ağırmış meğer kapı gıcırtısından. Yalvaran gözlerle bakıyorum kapıya, bir ses çıkarsın da kessin şu sessizliği diye. Kapı sadece bakıyor bana bunu sen istedin der gibi. Derin bir nefes alıyorum, sanki odadaki tüm nefesi ciğerime çekiyorum, öyle ağırlaşıyor ki ciğerlerim, içine taş doldurmuşum gibi ruhum bir anda ağırlaşıyor. Ben kendimi çıkarıyorum kapının önünde, yavaşça yere koyuyorum ve yönünü değiştiriyorum- çıkarken giymesi kolay olsun diye.

Küçükken cenneti düşündüğümde hep aklıma bembeyaz bir oda gelirdi. O kadar beyaz, o kadar sonsuz olurdu ki oda, bütün huzuru sığdırabilirdim o odaya. Kapıda çıkardığım kendime bakıyorum; ne kaldı ki geriye tutkularımdan, korkularımdan ve anılarımdan başka? Yıllardır üstümde taşıdığım, ilmek ilmek ördüğüm kendimi bir kenara bırakıyorum- ne kadar hafifmiş meğer varolmak. Odanın köşesine doğru ilerliyorum, seni görür görmez tanıyorum, bütün korkularım uçup gidiyor- sanki hiçbir şey olmamış gibi. Kapı pişkin pişkin gülümsüyor arkamdan, bu kapılar hep böyle arkanızdan gülerler halinize. Sanki daha dün birmişiz gibi bir içtenlikle uzatıyorsun elini bana. Yüzünde ne bir kırgınlık ne de bir öfke var, geri geleceğimi biliyormuş ve sonunda haklı çıkmış gibi bakıp gülüyorsun yüzüme. Bana kendimle alakalı hiçbir şey sormuyorsun, sitem etmiyorsun yüzüme; ağzından tek bir cümle dökülüyor sadece: “Hoşgeldin.”

Genel kategorisine gönderildi | Yeniden başlamak, her seferinde için yorumlar kapalı

Rüya

Şimdi karşıma geçmiş ağlıyorsun. Yine bir sevgilin seni terk etmiş. Gözünden düşen yaşlar yanağını okşuyor, boynuna ulaşıyor ve masaya düşüyor. Ağlama diyorum ama uzanıp da silemiyorum ki gözyaşlarını, öpemiyorum gözlerinden, kanayan yerlerinden.  Saçlarını okşayarak seni sakinleştiremiyorum-ki çok seversin saçınla oynanmasını. Sadece bir kelime dökülüyor ağzımdan: “Ağlama.”“Nasıl ağlamayayım?” diyorsun: “O beni çok seviyordu Ali, anlamıyorsun. Bana baktığı zaman gözlerinde kendimi görüyordum. Benim gülüşüme dalıp gidiyordu bazen. Bazen gecenin köründe sırf beni özlediği için, sırf yüzümü görebilmek için yanıma geliyordu.  Kim bu kadar mutlu etti ki beni? Ya bir daha böyle hissedemezsem? Bana kızma, kızarsın biliyorum. Mutluluğu kendimde aramam lazım, başkalarında değil; bunu da biliyorum. Ama sen bu kadar sevilmek ne demek bilmiyorsun. Ben kendimde bulduğum mutluluğun daha güzelini onun kalbinde buluyordum.

“Beni ağlayarak aradığın günleri unutuyorsun galiba. Bu seni çok seven, sana bakmaya kıyamayan çocuk seni ne kadar çok üzmüştü zamanında, unutma.”

Konuşmanı bölmemi beklemiyordun, biraz sitemle cevap verdin: “Haklısın, biliyorum. ama ne kadar kötü günlerimiz olsa da, güzel günler de yaşattı bana. Biz gerçekten yapabilirdik. O beni yine öyle güzel öperdi.” 

 Bana kendini daha iyi anlatabilmek için sakinleşmeyi bekledin. Veya ben öyle düşünmek istedim.

Aşık mıyım bilmiyorum. Aşk ne demek onu da bilmiyorum. Belki hiçbir zaman aşkı tadamayacağım. Ama onun bana verdiği hisleri seviyordum. Onun yanında olduğum kişiyi seviyorum. En çok da bunu kaybetmekten korkuyorum sanırım.

İçten içe gülüyorum sana. Her ayrılıkla yüzleştiğinde aynı cümleleri kurduğunun farkında değilsin. Baban seni terk ettiğinde bile aynı cümleler çıktı ağzından. Çünkü sen aşkı seviyorsun. Öyle bir bağlısın ki aşka, aşkın olduğu her yer cazip geliyor sana. Sevmeyi, sevilmeyi, aşkın heyecanını, gözyaşlarını seviyorsun. Hatta bazen öyle anlar geliyor ki, üzüntünden mutluluk bile duyuyorsun. Küçükken de böyleydin sen, hiç korkmazdın yara almaktan. Düşsen dizin kanasa, sabırsızca beklerdin kabuğunu tekrar söküp kanatacağın anları. Bu yüzden hiç geçmedi vücudundaki yara izleri. İlişkilerinde de aynı hataları yaptın, iyileşmesini izlemek yerine inatla deştin yaranı. Bu yüzden her sevgilini içinde taşımaya devam ediyorsun. Aşk da seni, senin onu sevdiğin kadar seviyor emin ol. Seni tanıyıp da sana aşık olmayan insan tanımıyorum. Öyle dışarıya gösterdiğin süslü kişiliğinden bahsetmiyorum. Şımarık huylarını, çocuksu heyecanlarını, korkularını, uykunda konuştuğunu, söylemeye doyamadığın şarkıları bilenlerden bahsediyorum. Ben de o insanlardan biriyim. Çok seversin kendini analiz etmeyi, bu yüzden de kimsenin seni senden daha iyi tanımadığını düşünürsün. Hep de seni, senden bile iyi tanıyan birini dilersin. Seni senden bile iyi tanıyorum. Bak burada, karşındayım. Senin tırnağını bile hak etmeyen insanlar için ağlıyorsun yanımda. Uzanıp da gözünün yaşını silemiyorum. Öpemiyorum, ağlama ben buradayım diyemiyorum. Sen ağladıkça için için ağladığımı sana söyleyemiyorum bile. Çünkü biliyorum ki sevmezsin ağlamamı. Hep güçlü görmek istersin beni, sırtını yaslamayı sevdiğin bir çınarım ben senin için. Kırık dallarımı, dökülen yapraklarımı, çürümüş köklerimi görmekten korktuğun için belki de dönüp yüzünü bakamıyorsun bana. Benim yaşama amacım sensin. Sırf sen yorulduğunda gölgemde dinlen diye göğe uzattım dallarımı. Ama ben senin hayatında bazen varlığını bile unuttuğun bir parçayım. Ben olmasam sen yine kovuğuna yaslanacak, gölgesinde uyuklayacak bir ağaç bulursun, biliyorum. Ama sen olmasan kim için direnirim rüzgarlara, kim için daha derine ulaşırım köklerimle? Sen olmasan benim yaşamak için bir sebebim olmaz.Sen olmasan mevsimlerin ne anlamı kalır? Baharın getirdiği huzuru, güzün getirdiği hüznü sen olmasan hissedemem ki. Yaşam pınarım, güç kaynağım senin yüzündeki gülümseme. Köpük köpük akan kaynaklardan, sabahları yapraklarıma vuran o tatlı güneşten çok sen büyüttün beni. Varlığın can oldu ruhuma. 

İşte bu yüzden çok gülüyorum sana. Ne kadar sevildiğini bilmiyorsun. Bana sevgiyi bilmediğimi söyleyerek de esas yanılgıyı sen yaşıyorsun. Olsun, ben senin bu yanılgılarını da seviyorum.

Yoruldum, kalksak mı artık?

Dalmışım düşüncelere, senin sesinle uyanıyorum. Hesabı ödüyorum, çıkıyoruz o ucuz bardan. Merdivenlerden biraz yalpalayarak iniyorsun.  Yine sarhoş olmuşsun, üzgün olduğunda hep daha kolay sarhoş olursun zaten. Yürürken koluma giriyorsun, her zaman yaptığın gibi. Belki üşüdüğünden, belki dengeni bulamadığından, bilmiyorum. Rüzgar estikçe iyice sokuluyorsun, sen bana sokuldukça ısınıyor vücudum. Esen rüzgara şükrediyorum için için. Elimi kaldırıyorum yol kenarında, rengi solmuş bir taksi duruyor. Biniyoruz. Sıcağı gören her kedi gibi hemen mayışıyorsun. İyi olup olmadığını soruyorum.

İyiyim merak etme. Sen iyi geliyorsun bana. Yara bandım olmayı o kadar iyi başarıyorsun ki, hep güvende hissediyorum senin yanında. Sanki sen varken canımı kimse yakamaz, hiçbir şey zarar veremez bana. Bu nedenle senin yanında dağılmaktan, rezil olmaktan korkmuyorum.

Yine kendini analiz ediyorsun, bu sefer gülüşümü saklayamıyorum senden. Güldüğümü görünce sen de gülümsüyorsun. Bütün gün çatık durmaya alışmış kaşların da gevşiyor.

Nasıl da güzel oluyorsun güldüğünde.

Gülümsemenle beraber hemen şımarıyorsun.

Ya öyle gülme bana. O kadar komik mi geliyor sana düşüncelerim.

Daha çok gülüyorum. “Ben sana gülmüyorum ki canım, yani sana gülüyorum da söylediklerine değil.”

Allah allah, neye gülüyorsun o zaman beyefendi?

Gülmeye hazır bir çocuk gibi cevabımı bekliyorsun. Tekrar içim ısınıyor.

“Soğuktan kıpkırmızı olmuş burnun, ona gülüyorum.”

Hemen bir ayna çıkarıp burnuna bakıyorsun. Epey gülüyorsun kendi haline. Sonra dönüp bana bakıyorsun, seni izlediğimi görünce memnun oluyorsun. Seni izleyen insanlardan hep memnun olursun zaten.

Karşılıklı gülümsüyoruz birbirimize bir süre. Bu gülümsemelerimiz kıkırdamalara dönüşüyor. Sonra da birbirine karışıyor kahkahalarımız, sevişir gibi.

Sonra hiç beklemediğin birşey söylüyorum sana:

İnsanlar olur olmaz şeylere gülerlerse bu bir aşk başlangıcıdır, demiş Aziz Nesin.”

Bu sözleri benden hiç beklemediğin için bir süre anlamsızca bakıyorsun, sonra da gülüşün soluyor. Ciddiyet oturuyor yüzüne. Zor bulduğum gülüşünün yok oluşuna kendim sebep olduğum için kızıyorum kendime. Neden böyle bir cümle kurduğumu ben de bilmiyorum zaten. Cevap vermeden dışarıyı izliyorsun. Bir süre taksi şöförünün diğer arabalara ettiği küfürleri dinliyoruz. Arka fonda ise romantik bir müzik yerine telsiz konuşmaları var.

Bu sırada zaman hızlı hızlı geçmiş. Bir bakıyorum ki evinin önündeyiz. Elinde hazır tuttuğun parayı şöföre uzattın, paranın üstünü almayı bile beklemeden soğuk parmaklarınla bileğimi tutup dışarı çıkardın beni.

Uzun uzun gözlerime baktın, neler demen gerektiğini düşünüyordun belki, belki de ne söylemen gerektiğini biliyordun fakat nasıl söyleyeceğini bilmiyordun. Ama düşüncelerinin hiçbiri yeteri kadar süslü gelmiyor sana, vazgeçiyorsun.

Bu dünyada sana ihtiyaç duyan tek kişi benim. Herkes sensiz yapar ama benim içimde bir burukluk olur sen yanımda olmazsan. Kimse seni bu kadar sevemez Ali. Biliyorum, sana o kadar çok ihtiyacım var ki. Sensiz de yaşarım belki ama hayat zindan olur bana. Sen olmazsan gece korkunca kimi ararım, günümün en eğlenceli şeyi yok olur sen olmazsan; seninle konuşmak. En sevdiğim insanlardan birisin, yanımda olmasından en zevk aldığım insanlardan birisin. Korktuğumda, üzüldüğümde ya da mutlu olduğumda sığınmak istediğim tek yer senin göğsün. Bir çok insana bunları hissettim maalesef bu konuda özel değilsin. Belki de ilk olmaman daha iyi, ilkler daha çok can yakar. Ama sana duyduğum hisler hala o kadar temiz ki. Yeni bir sayfa gibi. Daha hiç kavgamız, heyecanımız yok. Her şey olabilir, hiçbir şey olmayabilir. Bir seçim yapmayarak, bir adım atmayarak sayfayı bembeyaz tutuyoruz ve çok sevdiğim bir filmde söylendiği gibi, her şeyi olağan kılıyoruz. Ben seninle her şeyi olağan kılmak istiyorum. Gündüzüm de gecem de seninle olsun istiyorum. Gezelim, içelim, kavgalar edelim istiyorum.  Kelimeler ağzımdan çıktıkça fark ediyorum ki daha önce çok insana bunları söylemişim. Bunu düşünmek de epey üzüyor beni, bu hislerimin sadece sana özel olmasını isterdim. Sözlerimin de hislerim gibi taze ve sana özel olmasını isterdim.  Ama seni anlatmak için sıradan sözcüklerden başka bir şeyi kullanamıyorum. O kadar sıradansın ki. Herkes farklı olmak ister, sen sıradansın. Herkes gibi olduğunu kabul ediyorsun ve bu benim aklımın erişemeyeceği bir olgunluk. Bu seni özel yapıyor benim için. İçimde o kadar özel bir yere sahipsin ki bunu söylerken boğazım düğümleniyor inan. Bir çok insanla tanıştığım günün akşamı isimlerini düşünüp gülümsediğim oldu. Sana hiç anlatmadım fakat seninle ilk tanıştığım gün, eve geldiğimde saçlarım senin parfümün gibi kokuyordu. Uyuyana kadar onu koklayıp gülümsedim. Kokladığım en güzel kokuydu diyebilirim. O günden beri kalbimde sana karşı sonsuz bir sevgi ve saygı var. Seni bir abi gibi görmedim, kardeş gibi de değil, sevgili gibi hiç değil. Ama yanımda olmasından en çok zevk aldığım ve yanında en çok güven duyduğum insan oldun. Bunu kaybetmeyi göze alamam. İlişkileri yürütemiyorum. Seninle bir şeyleri yürütememe ihtimalini düşünmek bile istemiyorum. Lütfen anla beni. İçine göm hislerini. Bu konu da burada kapansın.

Öyle şaşırıyorum ki bu cevabına konuşamıyorum bir süre. Verecek cevabım olmadığını farkettiğinde beni şaşırtmanın verdiği bir hazla gülümseyip eve doğru yürümeye başlıyorsun. İzin vermiyorum yürümene. Bileğini sıkıca tutup kendime çekiyorum seni. Bakışların bakışlarıma, nefesin nefesine karışıyor. Elimi göğsüne koyuyorum.  Kalbin avuçlarımda atıyor sanki. Yükselen bir kuşun kanatları gibi her saniye artıyor kalbinin hızı. Sonra öpüyorum seni. Parmaklarımı saçlarına geçirerek öpüyorum, belini kavrayarak, içime çekerek seni. Kendimi çektiğimde seni gözlerin kapalı, nefessiz buluyorum. Ben de darmadağın olmuşum sanki. Sanki en ağır içkiyi önümüze koymuşlar da kocaman bir yudum almış gibi sarhoşuz.

“İnsan sana bakmaya kıyamıyor. İnan bana, o kadar güzelsin ki. Ruhunun güzelliği tenine, kokuna vurmuş. Bayat tütün kokusunun arasında hemen buluyor kokun burnumu. O parfümünün kokusu değil, teninin kokusu. Burnumu göğsüne dayayıp doya doya o kokuyu içime çekmekten daha güzel bir şey olamaz. Sana sarılmak, seni öpmek, seni düşünmek, seni söylemek; sen… Senin olduğun her şey daha güzel Arya. Sana aşığım. Senin tanımlayamadığın o aşkı ben her sana baktığımda hissediyorum. Sana olan sonsuz sevgim kalıplaşmış ilişkilerle son bulmaz merak etme. Benim elimi tutmaktan, bana sevgilim demekten, beni öpmekten korkma. Asla zarar vermeye kıyamam sana. Benim tek istediğim şey seninle olmak. Yorucu bir günün sonunda yanına geldiğimde senin gülümsemenle karşılaşmaktan başka bir şey mutlu edemez beni. Beni bu güzellikten uzak tutma.”

Sonunda teslim oluyorsun, kollarımın arasına geliyorsun, öpüyorum seni.

Deprem olur gibi sallanıyor görüntü. Seni kaybetmemek için daha sıkı sarılıyorum sana. Sarıldıkça daha çok sallanıyoruz sanki.

Sonunda ekran kararıyor, gözlerimi açtığımda yaşlı bir teyzenin beni dürttüğünü görüyorum. Son durağa gelmişiz, rüyama dalıp gitmişim.

Otobüsten iniyorum.

Sen yoksun, hiç olmamışsın yanımda.

Hiç sarıp öpmemişim seni.

Sen yine, anca hayallerimde bulduğum sevgili.

Genel kategorisine gönderildi | Rüya için yorumlar kapalı

Mezar Taşı

Sevgilim;

Bu gün kızımız ziyaretime geldi. Çok güzel bir genç kız olmuş. Bahar güneşi yüzüne vururken ona çok yakışan yeşil elbisesi vardı üstünde. İlkbahar onun yüzüne de güller getirmiş. Merak etme, sıhati de yerindeydi. Uzun uzun sohbet ettik onunla. Bana bazı konulardan bahsetti, seninle paylaşma konusunda kararsızım fakat seninle paylaşmak en doğrusu. Sevgilim, kızımız aşık olmuş! Deli divane olmuş bir gencin yolunda. Aman ne olur ona kızma. Hissettikleri o kadar masum ki. Sana hiç bir ayrıntıyı atlamadan anlatmak istiyorum bütün olan biteni. Öncelikle beni öpmekle başladı işe. Yüzümü okşadı ve: “Annem benim, güzel prensesim. Seni çok özlemişim, iyisindir umarım. Annem, dert ortağım, sırdaşım. Sen gittiğinden beri konuşacağım tek bir kişi bile kalmadı yanımda. Babamı ne zaman görsem gözleri yaşlı, onu kendi dertlerimle sıkmak istemiyorum. Ama biliyorum ki sen hep dinlersin beni. Anne, ben biriyle tanıştım. Ne zaman gözleri gözlerime dalsa huzuru buluyorum. Dudakları tenime değdiğinde bayram ediyor göğüs kafesim. Onu tanıdığım ilk günden beri, kendime her baktığımda onu gördüm.  Tanrı, beni onun için yarattı sanki. Bu mümkün olabilir mi sence?  Var olma sebebim onunla tanışmak ve ona aşık olmak. Aşk-ki en narin duygudur bilirsin- kalbimde beslediğim duygulara tercüman olamaz, hafif kalır. Bütün bir ömrüm; yediğim içtiğim, gözyaşlarım, kahkahalarım, umutlarım ve hayal kırıklıklarım; yıllarca tek bir amaç için yaşamışım, onun varlığı. Beni doğurma sebebin gözleri toprak bir insan evladıymış annem. Kendi vücudumdaki her bir kıvrım onun vücudu ile tamamlanıyor, hissediyorum. Çok güzel tutuyor ellerimi, sahiplenir gibi. Avuç içlerim onun eli ile birleştiği zaman tamamlanıyor. Onun eli belime her dolandığında içime öyle bir sıcaklık yayılıyor ki, cehennem ateşi bu kadar ısıtamaz beni. Parmak uçları ile yüzümü okşadığı vakit bütün ağrılarım diniyor. Onun teni benim hayatımdaki zehirlere şifa. Her bir hissiyatım onun o güzel iki dudağı arasında saklı. Ne zaman ki yüzünde bir tebessüm göreyim, karların içinde çiçek açıyor içim. Gözlerinde bulut gördüğüm zamanlarda ise kalbim sızlıyor. Benim canımı yakmamak için her bir sıkıntısını saklıyor benden fakat onun gözleriyle her buluşmam onun derinliklerine inmeme yardım ediyor. Ondan beni sevmesini bile beklemiyorum, ya da bunu sürekli göstermesini. Benim ona olan bağlılığım zamanla solan çiçeklerle, modası geçen şarkılarla sınırlı değil. Ben ona ruhumu hediye ettim. Ve o istese de istemese de ona bağlıyım. Onun da bana verebileceği en büyük hediye yukarı kıvrılan dudakları.  O, tanrının dünyadaki yansıması benim için, ve ben onun deli divane meleği oldum anne. Onun gözlerinde sen de varsın. Onun gözlerindeki toprağa da karışmışsın. İyi bak kendine.” Onu böyle görmek çok mutlu etti beni. Saadete erebilirim artık. Kızımızın her zaman yanında olduğumuzu ona tekrar tekrar hatırlatman ve durumdan haberdar olman için yazdım sana bu mektubu.
Ne olur artık üzme kendini. Ben bastığın her toprakta seninle birlikteyim. Seni seviyorum.
Sevgilin

Genel kategorisine gönderildi | Mezar Taşı için yorumlar kapalı

Gökyüzüne Aşık Olanlar

Gökyüzü sonsuzluktur. Gökyüzünü anlatamazsınız. Mavi, derin bir sonsuzluk. Mavinin her tonu vardır gökyüzünde. Belki de o yüzden bu kadar saftır, durudur. Hem karanlık, hem aydınlık. Umutları, kederleri içinde saklar. İnsana kendini küçük hisettirir. Küçük bir detay gibi. “Evren büyük, ve sen sadece minik bir ayrıntısın.” der gökyüzü. Gökyüzünü sahiplememezsiniz. Bulutları, kuşları sahiplenemezsiniz. Uzaklaşırlar sizden zamanla. Gelir, ve giderler. Önemsizlermiş gibi görünse de, gökyüzünü gökyüzü yapam şey onlardır aslında. Bulutsuz ve kuşsuz bir gökyüzü düşünülemez, sanki ayrılamaz iki parçadır onlar. Hayal gücü yeterince geniş olan, bulutları çok rahat sığdırabilir hayal gücüne. Bulutları sevdiğine benzetebilir, o bulutlar bazen bir kadın olurlar, o yumuşak sesiyle, size en güzel şarkıyı mırıldanırlar. O şarkı, rüzgardır işte. Bazen de bir kitap olur bulutlar. Size duygusal bir hikayeyi okurken, gözyaşlarını saklayamayıp ağlarlar, ağlarlar. Gözyaşları sizin yüzünüzü ıslatır, temizler. Kuşlar ise, gökyüzünün ne kadar özgür olduğunun kanıtıdır. Bu kadar yüce olan bir şeyin, kendinden küçük olan bu canlıyı özgür bırakmasına anlam veremezsiniz bazen. Bu yüzden bir kere gökyüzünün tadına bakan, müptelası olur, her dakika, her saniye o maviliğe dalmak ister. Bir nevi “aşk”tır bu.  Hem bu kadar sonsuz, hem bu kadar “yok” bir şeye aşık olunca, uzaktan sevmekten başka bir şey elinize gelmez. Çünkü bilirsiniz ki ne kadar yükseğe çıkarsanız çıkın, asla o orda olmayacak. Ya çok üstünüzde, ya çok altınızda. Asla sarılamayacaksınız. Sürekli değişen kokusu dışında, başka hiçbir güzelliğini tadamayacaksınız. Bir gün toprak kokusu çekeceksiniz içinize. “Gökyüzü bu gün bana sürpriz yapmak istemiş sanırım.” diyeceksiniz içinizden. Hafif bir tebessüm yayılacak yüzünüze. Bütün hücrelerinize o kokuyu doldurabilmek için, alabildiğiniz kadar derin nefes alacaksınız. Bazen hayatın telaşında ona vakit ayıramayacaksınız, o size darıldığını hemen belli edecek. Gözyaşlarıyla yolunuzu kesecek, ve siz ondan özür dileme ihtiyacı içine gireceksiniz. Bazen, onun güzelliğine dalacaksınız. Ona daha da yakın olabilmek için en yukarıya, en tepeye çıkacaksınız. Saatlerce, durmadan, usanmadan onu izleyeceksiniz. Zaman duracak, o rüzgarıyla hafiften yüzünüzü okşarken, gözleriniz istemsiz olarak dolacak. Sonsuzluğu sevmenin bedeli de bu işte, asla neresinden başlayacağınızı bilemiyorsunuz. Neresinini sevseniz, biraz da oradan seveyim diyorsunuz.

Genel kategorisine gönderildi | 1 Yorum

Kolay Kazanılan Mutluluklar

“Kimse hatayı kendinde aramadı. Karşı taraf suçlandı hep, “Onun hatasıydı.” denildi. Küfürler edildi, lanetler okundu. O bir zamanlar her şey olan aşk, bir sözle hiçbir şey olmuştu. “Bitti.” sözü bu kadar kuvvetliydi işte. Bir anda güzel anılar, mutluluklar silinmiş, yerini nefrete ve kavgalara bırakmıştı. Kimsenin geçmişe saygısı kalmamıştı. Mutluluklar neden bu kadar kolay unutulurdu? Oysa en zor kazanılan savaşlardı mutluluklar, üzgünlükler ise yorgunluklardı sadece. Herkes mutlulukları uzakta aradı. Herkese göre sadece kendi üzüldü, hep kendi kırıldı, hep hayalleri yıkıldı. Hep onun ettiği dualar reddedildi, hep hayat ona karşı durdu. Eğer ki birey elindekinin kıymetinin farkına varmazsa, kaybedince bu kadar üzülmesi ne kadar anlamsız.” diyerek iç geçirdi kadın, arkadaşının nefretini dinlerken. “Biten ilişkinin ardından, yine suçlu karşı taraf olmuştu. Peki kimdi bu karşı taraf? Belki de bir çocuğun masumluğunu taşıyordu. Neden insanlar çok sevdiği bu insanlardan bir anda nefret ediyorlardı? Onca kötü söz, bir şeyler bittiği için miydi? Peki ya her bitiş kötü mü olmak zorundaydı? İnsanlar bazı şeyleri bitirmeden yenilerine başlayamazlar. Ve kimse yeniliğin onlara huzur mu yorgunluk mu getireceğini bilemez. Bu bir oyundur, yazı-tura gibi. Hayat da bir oyun değil midir zaten? İnsanlar seviyordu. Çok seviyordu. Adını “aşk” koyuyorlardı. Gözlerinin içleri gülüyordu, kalpleri atıyordu. Fakat bunların ne kadar değerli olduğunu hiçbir zaman anlayamıyorlardı. Değerini bilemedikleri gibi, kalplerini bırak, zihinlerinde dahi saklamıyorlardı bu anıları. Kalplerini kötü anılar denizi yapıyorlardı. Kim o insanlarla bir iletişime geçsin, hepsinin sonu o deniz oluyordu. Kimse kurtulamıyordu onların kötülüğünden. Sadece bazı insanlar vardır ki o insanları gördüğünüz zaman anlarsınız. Çocukluğumda okuduğum bir yazardan öğrenmiştim bunu: “Eğer iyi düşünceleriniz varsa, onlar yüzünüzde güneş ışınları gibi parlayacaktır ve hep güzel görüneceksinizdir.” Yani anlatmak istediğim şu ki, eğer kalbiniz ne kadar berraksa, o kadar mutlu olursunuz. Çünkü değer bilirsiniz. Çünkü mutluluğun değerini anlarsınız. Bir şeyler bitse bile mutluluğu en üst raflarda saklarsınız, kötülükler eskitmesin diye.” Bunu arkadaşına söyleyebilmeyi o kadar çok istedi ki, onu değiştirmeyi o kadar çok istedi ki. Bütün kalbiyle istedi, bir çocuk gibi istedi. Ama yapamadı. Bu istek onun kalbinde buruk bir acı olarak kaldı. Bu acının üstüne soğumaya başlanmış olan kahvesinden bir yudum aldı. Gözleri yaşlı arkadaşına baktıi eline peçeteyi alıp onun yaşlarını sildi, ve gülümsedi. Peçeteyi masaya bıraktı-ki peçetenin o masada kalmayacağını biliyordu. Yağan yağmuru izledi, sustu, yağmur damlalarının birbirine karışmasını, izledi. “Ne kadar boş bu insanoğlu.” diye iç geçirdi, ve kahvenin son yudumunu da yudumladı.

Genel kategorisine gönderildi | Kolay Kazanılan Mutluluklar için yorumlar kapalı

Bir Başka Ada Hikayesi

Güneşin son parçası da görebileceğim yüksekliğe geldiğinde: “Yeni bir gün daha.” diye geçirdim içimden. Elimde sıcak kahvem ve camıma hafif bir şekilde vuran yağmur damlalarıyla, hiç olmadığım kadar huzurluydum.

Her bir yağmur damlasının, nasıl yavaşça ağağı inip başka bir damlaya karıştığını izliyordum. Belki çok sıradan gelebilir, ama gerçekten sakinleşmemi sağlıyordu. Herhangi bir stres yoktu. Sadece ben vardım; ben ve ailem. Ailem derken, dostlarım yani. 2 kedi ve 1 köpek, ve bir eş tam olarak evimi tamamlıyorlardı. Asla yalnızlık çekmiyordum.

Kahvemden büyük bir yudum daha aldım. Gözlerimi, iskelenin üzerinde gezdirmeye başladım. Neredeyse görünmeyecek kadar sular altındaydı. Dalgalar o kadar kuvvetliydi ki, bazen ben bile dalgaların heybetinden ürküyordum. Kalkıp çatıdaki küçük sızıntıyı onarmam gerektiğini biliyordum. Ama bu yağmurun sesi, bu hafif tuzlu toprak kokusu, beni kaldırmamak için zorluyordu resmen. Orada durup saatlerce o manzarayı seyredebilirdim. Denize bakmayı seviyordum. Fakat yağmurun daha da şiddetlendiğini duyunca, tembelliğin bana yaramayacağına karar verip, işe koyuldum. İşim bittiğinde, daha da huzurlu bir şekilde yerime döndüm. Haftalardır çalışmayan baz istasyonları yüzünden, beklediğim telefonları da koyvermiş, erzaklarımla idare ediyordum. Merdivenden gelen ayak sesleri, beni o iç dünyamdan çekti, ve bir anlık kendime geldim.

Arkama dönme gereksinimi duymadım, her sabah duyduğum ayak sesleriydi bunlar, ve şimdi de her sabah olduğu gibi kendimi onun eleştirilerine hazırlıyordum.  “Bir saat boyunca yukarıda neler yaptın öyle, uyutmadın yine beni. Aferin sana. Hep böylesin sen. Allah aşkına, hangi akla ererek seninle evlendim ki ben!” Gözlerimi onun gözlerinden kaçırdım, sinirlenmiştim fakat ona patlamak istemiyordum. Ne kadar eleştirse de beni, içinde bir yerlerde bana gıptayla bakıyordu. Ağzımın içinden bir özür dilerim geçse de, bunu kaale almadığına adım gibi emindim. Yağmurluğumu giydim ve dışarı çıktım. Böyle fırtınalı bir havada yağmurluk ne işe yarardı ki?  Bunu bildiğim  halde, denize en yakın yere oturup, yağmur seslerini dinlemeye devam ettim. Tabi ki bu sefer cama çarpan yağmur damlaları, veya kahvem yoktu. Dizlerini kendine çekmiş bir vücut, ve bomboş bir kafa vardı. Babamın da dediği gibi, denize bakarken hiçbir şey düşünemezsin. Ne yapsam yaranamadığım eşim yüzünden, harab olmuştum resmen.

Bıkmıştım, ona yaranamamaktan bıkmıştım.

Ne zaman çabalasam, çabalarımın boşa gitmesinden, beni bir türlü kabullenememesinden bıkmıştım. Ne yapabilirim, ben buyum işte! Sessiz, sakin, huzuru arayan. Bazen meraklı, bazen kitaplara çok bağlanan. Yanlış mı yapmıştım onunla evlenmekle? Belki de hiç sevmedi beni. Oysa ne kadar çok seviyordum onu. Denizi sevdiğim gibi, kitabı sevdiğim gibi seviyordum. O da beni öyle sevsin istemiştim. Hep istemiştim… Denize bakmaya devam ettikçe, bu düşüncelerimi tartmak için kendimi zorluyor ama yine o boş kafaya dönüyordum. Arkamdan gelen ayak seslerini tekrar duyduğumda, bir yarım saat geçmişti. Yanıma oturdu, kafamı göğsüne yasladı ve parmaklarını biraz da düğümlerden kurtarmak istercesine saçlarımın arasında gezdirdi.

Bu sefer özür dileyen oydu. İçtiği ilaçların etkisinden bir türlü kurtulamadığını, ama beni yine de çok sevdiğini söyledi. Uyku sorunları çekiyordu. Uyku ilaçları almaya başladığından beri daha az mutluluk, daha çok uyku, daha çok asabilik vardı. Konuşmuyordum, genel olarak çok konuşkan bir tip de sayılmazdım zaten.

Ağladığı pek belli olmasa da, yüzüme gelen damlaların bir kaçının onun gözyaşları olduğunu anlamak çok da zor değildi. Kafamı kaldırdım, yanağına bir buse kondurdum ve ona gülümsedim. Hemen gözleri parladı. Yağmurun çok fazla şiddetlendiğini hissedince kalktık, ve eve doğru yürüdük.

Çok daha küçükken, babamla birlikte bu evi satın aldığımızı hatırlıyorum. Zaman geçtikçe, bu evin bana hatırlattığı şeyler büyüdü. Babam burada ölmüştü.  Ben ilk balığımı burada yakalayıp, evliliğimi burada yapmıştım. Bu evi, bu adayı, dostlarımı o kadar çok seviyordum ki.

İki kedim de birbirlerine çok benziyorlardı. Aralarında bir yaş vardı, birinin adı Kepçe, diğerinin adı Haydar’dı. Kepçe’nin kulakları kocamandı, haydar ise pala bıyıklı, hiç gülümsemeyen bir erkekti. Köpeğimiz Gregor, küçük olsa da evimizi korurdu. Gregoru ilk bulduğumda, daha yavruydu. Adada nasıl bu kadar eşsiz bir köpeğin bulunduğunu bilmiyorum. Ama aç ve susuzdu, kimseden de kayıp köpek lafları duymamıştım. Onu eve almış, büyütmüştüm. Onun beni annesi gibi gördüğüne eminim.

Eve vardığımızda sanki çok uzun bir süre yürümüş gibi hissettim. Kapıyı açtık, ve ikimize de küçük birer tost yaptım. Şehre uğramamız lazımdı. Aynı şeyleri yemekten sıkılmıştım, taze ekmek istiyordum. Fırtınanın yarın dineceği söylentileri vardı, fakat bu kadar şiddetli fırtınanın nasıl dineceğine bir türlü anlam veremiyordum. Fazlasıyla sıradan bu günden sonra, uzun zamandır ilk kez bana sarılarak uyudu. Ve huzurluydu. Bunu bana sarılışından, arada bir alnımı öpüşünden anlayabiliyordum. Bu gece farklıydı sanki, beni hiç böyle öpmezdi. O kadar mutluydum ki, ben bile nasıl uyuduğumu anlamadım.

Birden gözümü açtığımda saat 5 olmuştu bile, günün en güzel saati buydu benim için. Pencerenin kenarındaki o koltuğuma yürüdüm. Hafif sağdan gelen güneşi görmesem de, gökyüzünün yavaş yavaş aydınlandığını, ve güneşin yarattığı o kırmızılığın deniz üzerindeki yansımasını görebiliyordum.

Her şey uyuyordu. Gökyüzü, balıklar uyuyordu. Deniz bile uyuyordu. Hayret!Deniz durgundu. Hafif rüzgarın etkisiyle oluşan dalgalar dışında, iskelenin tamamını görebiliyordum.Kahvemi alıp bir kaç saat daha oyalandım. Sonra giyindim, hızlı bir duş aldım, sevgilime not bırakıp tekneye atladım ve motoru çalıştırdım. Motorun sesi bile bana huzur vermeye yetiyordu. O kadar uzun zamandır bu sesi duymuyordum ki.

Şehire vardığımda ilk işim fırına girmek oldu. İki tane sıcak pide, bir de poğaça aldım. Poğaçamı yerken bir yandan da ekmek kokuları burnuma geliyordu. Daha sonra markete uğradım. Sıcak çorbalar bölümünde çok fazla oyalandıktan sonra, vaktimin olmadığını düşünerek hızlı hareket etmeye başladım. Bütün aldığım yiyeceklerin teker teker kasadan geçmesini bekledim, daha sonra parayı ödeyip dışarı çıktım.

Bir yandan da içimden dalgaların tekrar başlamaması için dua ediyordum. Dalgaların gelmek üzere olduğunu görünce, elimdeki eşyalara aldırmadan hızlı bir şekilde ilerlemeye başladım.

Tam yolun yarısındayken birden her şey yok oldu. Elimdeki torbalar hafifledi.

Önce bir acı, sonra bir rahatlama hissiyle kendime geldim. Sanki deniz hala karşımdaydı, ve sanki hiç olmadığı kadar durgundu.

Bense denizin üzerindeydim, o manzaraya bakıyordum. Yanımda sevgilim, bana huzurlu gözlerle bana bakıyordu.

Ne olduğunu biliyordum. Her şey uyuyordu. Gökyüzü, balıklar uyuyordu. Deniz bile uyuyordu.

Ve artık ben de uyuyordum.

Bir daha asla uyanmamak üzere, derin bir uykuya yatmıştım.

Genel kategorisine gönderildi | 1 Yorum

Babama Sevgilerle…

Dünyanın en göbekli, en tatlı ve en iyi kalpli babasına,

Her yıl, doğum günlerimde yüzümün gülmesi için süprizler yaptın bana. Benim sana büyük süprizler yapmak için param yok belki, ama yazmayı deniyeceğim senin için. Kızlar, en çok babalarına düşkün olur derler. Belki de sana sevgim, sana hayranlığım bu yüzden. Bazen büyük kavgalar ediyoruz seninle, kızıyoruz birbirimize, kırıyoruz istemeden, ama kalbimdeki tahtını kimse sahiplenemez babacığım. Her sorunumda beni dinlemen, beni mutlu etmek için sahip olduğu her şeyi önüne koyan bir insanı anlatmaya kelimeler yetmez. Seni seviyorum, ve hep seveceğim. İyi ki doğmuşsun, iyi ki benim babam olmuşsun. Başka hiçbir kız babasına bu kadar bağlı olamaz. En yakın dostumsun, ve bu hep böyle kalacak. Seninle baş başa geçirdiğim her vakit özel benim için, her vakit sevgi ve şevkat dolu. Nereye gidersem gideyim, her zaman senin bir telefon uzağımda olduğunu bilmek, adımlarımı daha sağlam atmamı sağlıyor babam. Yerini hiçbir prens dolduramaz, benim kralım sensin. Seni çok seviyorum. Ergenliklerimi çektiğin için teşekkür ederim 🙂

Seni çok seven kızından sevgilerle.

Genel kategorisine gönderildi | Babama Sevgilerle… için yorumlar kapalı

Başlıksız.

Bu yazımda bahsedeceğim konuya nasıl bir başlık koymam gerek, çıkaramadım doğrusu. Gerçeği söylemek gerekirse, ben de ne yazmam gerek bilmiyorum. Bugün, ölümden bahsetmek istiyorum. Daha önce hiç ele alıp, eksileriyle, artılarıyla tarttığım bir konu değildir ölüm. “Ölüm” sözcüğü bile soğuk gelir bana. İçim ürperir, tüylerim diken diken olur her hissettiğimde, duyduğumda. Ölümü tatmanın nasıl bir duygu olduğu hakkında yorum yapamam, ölüme hiç yakın hissetmedim kendimi, ki zaten kendine yakın hissettirmeyecek kadar donuk bir kelime bu. Bazen sevdiklerimizi elimizden alan, bazen bize son nefesimizi tattıran. Hayata gözlerimi yummama daha uzun bir süre olduğunu varsayıyor, ve “ölen canlının yakınları” konusuna geçiş yapıyorum. Konumun başlığında insan sözcüğü ya da birey sözcüğü yerine “canlı” sözcüğü kullanmamın bir sebebi var, evet. Hayvan besleyenler bilir bunu. Hayvanlar, ömürleri insanlardan daha kısa olan canlılardır çoğu zaman. Ben de çok yakın zamanda bir dostumu kaybettim. Gidişi hakkında tam bir bilgim yok, o sırada evde değildim çünkü. Sanırım evden kaçmış, ve artık örümceklere bir ön yargıyla yaklaşmamı sağlayan bir örümcek tarafından ısırılmış. Okulun ilk günüydü. Hani tarihi unuturum diye yazıyorum: 17 Eylül 2012, Pazartesi. Orta son sınıfa başlamış ben, telefonda İdil Ablama, kavga ettiğim arkadaşlarımla bir sorun olmadığını söylüyor, biraz da beğendiğim çocuktan yakınıyorum. Klasik bir buluğ çağ genç kızı. Daha sonra, telefonda bana söylenen şu sözleri duyuyorum. “Sunny gitti Deniz.” Bir şaşkınlık, birazda merakla soruyorum ona, nasıl ve nereye gittiğini. Cevap bir tokat gibi yapışıyor suratıma: “Suny cennete gitti.” Bir afallama yaşıyorum. İnanamıyorum duyduğum kelimelere. Kısa bir anlık, o kelimeler sanki hiçbir zaman yan yana gelmeyen düşmanlar gibi geliyorlar bana. Onları bir araya koymak zoruma gidiyor biraz. Sonra, olayın aslını öğreniyorum. Kedimin arkadaki araziye gömüldüğünü, artık bize ordan bakacağını. Boğazım düğümleniyor. Kelimeler çıkmıyor boğazımdan. Ağzımı açtığımda çıkan tek ses hıçkırıklarımın sesi. Gözyaşlarım sel oluyor sanki. Durduramıyorum ağlamamı. Çok zor geliyor bana kabullenmek. Hemen arkasından, dostumun bedeninin bulunduğu yere bakmaya gidiyorum. Hatırladıgım kadarıyla taşlarla süslenmiş bir yer. Taşların olduğu her yere bakıyorum, ama bulamıyorum. sonra kafamı çeviriyorum ve görüyorum. Gördüğüm anda anlıyorum zaten aradığım yerin orası oldugunu. İstemsiz olarak gözümden yaşlar süzülüyor. Elimi değmeye korkuyorum. Zoruma gidiyor, iki gün önce dokunduğum dostumun şimdi burda olması.
Bunu her insan anlayamaz. Bu duyguyu. Bazı dostlarımın düşüncelerini, onun sadece bir kedi olduğunu, bu kadar üzülmemem gerektiğini duyuyorum. Ama benim okul arkadaşlarım nasılsa, o dost da öyle benim için. Belki de daha özel, daha çok yakın hissettiğim. “Ölüm” kelimesini bile kullanamadığım. En kötü zamanımda oynadığım, bazı geceler beraber uyuduğum bir dost. Kimsenin bunu benim kadar çok hissetmediğini biliyorum. Çünkü bu duyguyu ancak hisseden bilir. O acıyı tadan. Bunu yazmam gerektiğini düşündüm, çünkü kimsenin beni anlamadığı zamanlarda yazı yazmak, sanki kendimle konuşmak gibi. Kendimle dertleşmek, kendi kendime düşünmek. Bunu yazmam gerektiğini düşündüm, çünkü kaybettiğim dostumu bu kadar kolay unutmadığımı insanların bilmesini istedim. Çok sevdiğim dostumun artık bize uzaktan bakacağını unutmak istemedim. Belki az da olsa hafifledi üzüntüm, az da olsa daha mutluyum. Yazı yazmayı seviyorum, çünkü mutluluğumun yüz üstüne çıkmasını sağlıyor sanki. Ve daha mutluyum. Çünkü artık, bu dertleştiğim arkadaşımın da, gitmiş olan dostumu unutmadığını biliyorum.

 

Genel kategorisine gönderildi | Başlıksız. için yorumlar kapalı