Bir gün aklıma Ulus Baker düştü

Bazen durup durup Ulus Baker’i düşünüyorum. Hayatımda hiç Ulus Baker okumadım, birkaç tane videosunu izledim sadece. Daha önce onun hakkında yazılan bir yazıyı okumuştum. 2 tane kedisi varmış, ikisinin de adı Spinoza’ymış. Acaba gerçekten Spinoza’yı çok sevdiği için mi, yoksa kedilere isim vermeyi mülkiyet olarak gördüğü için mi isimlerini böyle koymuştu? Bir arkadaşım var, onun da kedisinin ismi yok mesela. İsimsiz bir kedi, insana çok yavan geliyor. Ona seslenmek istediğimde ‘hşşt’, ‘pisi pisi’, veya ‘kedi’ diyerek sesleniyorum. Bazen sevgi sözcükleri de kullanıyorum ama yine de ona hitap ederken kendimi çok eksik hissediyorum. Sanki ona bir isim atfetsem derin bir nefes alır ve artık onu düşünmeyi bırakırdım. Belki de onu düşünmeyi hiç bırakmamamız için ismi yoktu.

Ulus Baker’i evinde viskisini yudumlarken ve kitaplarını okurken hayal ediyorum. Acaba Baker evinde Cioran okuyor muydu? Acaba intiharı düşünüyor muydu? Viskiyi çok kaçırıp okuduklarını unuttuğu günler oluyor muydu? Kedilerini beslemeyi unutuyor muydu mesela, ya da arkadaşları onun evine giriyor muydu? Sanki Ulus Baker’in evinde hiç tepe lambası yanmazdı gibi geliyor. Hep küçük bir sürü lambası olduğunu, çoğu zaman onları kapatmayı unuttuğunu düşünüyorum. Bana niyeyse aklı karışık biri olarak geliyor, zaten her filozofun aklı biraz karışık değil midir?

Hakkında hiçbir şey bilmediğim, daha önce hiçbir yazınını okumadığım bir insan hakkında niye bu kadar çok şey düşündüğümü bilmiyorum. Onu niye konumlandırmaya çalışıyorum? Belki de onu imgeleştirmek, aslında onu Ulus Baker olmaktan çıkarıyordu. Belki de günlerini viski içerek ve kitap okuyarak geçiren, 2 kedisine ara sıra seslenen, ışıklarını açık unutan biri olmak istiyorum. Belki de sadece ismini çok duyduğum ve asla tanımaya çalışmadığım için kendime kızıyorum. Kim bilir? Ama bazen okuduğum kitapları Ulus Baker gibi okumaya çalışıyorum; nasıl kitap okuduğunu bilmediğim o adam gibi.

Onun hakkında okuduğum o bir tane yazıya göre, Ulus Baker’in kazakları hep yırtık olurmuş. Bizim gibi fani kıyafetlere değil, daha aşkın şeylere inanırmış sanırım. Bazen ben de kitaplara gömülmekten üstümü, dışımı, kendimi unutmak istiyorum. ‘Estetiğin fetişleştirilmesi’ üzerine yazan kimdi sahi? Şimdi aklıma gelmiyor, belki notlarımda vardır. Aslında filozofların bu kadar berduş görünmesinin bir sebebi varmış. Estetiği biraz yavan, dünyevi buldukları için dış görünüşleriyle uğraşmazlarmış. Sanırım Spinoza da yırtık kazağını umursamıyordu. Benim de bir tane yırtık kazağım var, hatta en çok sevdiğim kazağım o. Mülkiyete karşı bir sevgi besliyorum belki de. Kazağı her giydiğimde parmağım kazağın deliğini arıyor. O deliği kaybettiğimde stres olup daha endişeli bir şekilde arıyorum, bulduğum zaman da çok rahatlıyorum. O deliğin her zaman orada olduğunu biliyorum ve her seferinde de onu hissetmek istiyorum. Yırtık kazağımı atmak istemiyorum hiç, eminim ki çok uzun bir süre daha benimle kalacak. Hızlı moda’ya böyle karşı çıkıyormuşum gibi geliyor. Sonra çok beğendiğim için gidip bir pantolon alıyorum, sanki hiç pantolonum yokmuş gibi. Daha sonra da mülkiyet sevdasını eleştiriyorum, çok biliyormuşum gibi. Sahi neyi biliyorum ki?

Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.