Güneşin son parçası da görebileceğim yüksekliğe geldiğinde: “Yeni bir gün daha.” diye geçirdim içimden. Elimde sıcak kahvem ve camıma hafif bir şekilde vuran yağmur damlalarıyla, hiç olmadığım kadar huzurluydum.
Her bir yağmur damlasının, nasıl yavaşça ağağı inip başka bir damlaya karıştığını izliyordum. Belki çok sıradan gelebilir, ama gerçekten sakinleşmemi sağlıyordu. Herhangi bir stres yoktu. Sadece ben vardım; ben ve ailem. Ailem derken, dostlarım yani. 2 kedi ve 1 köpek, ve bir eş tam olarak evimi tamamlıyorlardı. Asla yalnızlık çekmiyordum.
Kahvemden büyük bir yudum daha aldım. Gözlerimi, iskelenin üzerinde gezdirmeye başladım. Neredeyse görünmeyecek kadar sular altındaydı. Dalgalar o kadar kuvvetliydi ki, bazen ben bile dalgaların heybetinden ürküyordum. Kalkıp çatıdaki küçük sızıntıyı onarmam gerektiğini biliyordum. Ama bu yağmurun sesi, bu hafif tuzlu toprak kokusu, beni kaldırmamak için zorluyordu resmen. Orada durup saatlerce o manzarayı seyredebilirdim. Denize bakmayı seviyordum. Fakat yağmurun daha da şiddetlendiğini duyunca, tembelliğin bana yaramayacağına karar verip, işe koyuldum. İşim bittiğinde, daha da huzurlu bir şekilde yerime döndüm. Haftalardır çalışmayan baz istasyonları yüzünden, beklediğim telefonları da koyvermiş, erzaklarımla idare ediyordum. Merdivenden gelen ayak sesleri, beni o iç dünyamdan çekti, ve bir anlık kendime geldim.
Arkama dönme gereksinimi duymadım, her sabah duyduğum ayak sesleriydi bunlar, ve şimdi de her sabah olduğu gibi kendimi onun eleştirilerine hazırlıyordum. “Bir saat boyunca yukarıda neler yaptın öyle, uyutmadın yine beni. Aferin sana. Hep böylesin sen. Allah aşkına, hangi akla ererek seninle evlendim ki ben!” Gözlerimi onun gözlerinden kaçırdım, sinirlenmiştim fakat ona patlamak istemiyordum. Ne kadar eleştirse de beni, içinde bir yerlerde bana gıptayla bakıyordu. Ağzımın içinden bir özür dilerim geçse de, bunu kaale almadığına adım gibi emindim. Yağmurluğumu giydim ve dışarı çıktım. Böyle fırtınalı bir havada yağmurluk ne işe yarardı ki? Bunu bildiğim halde, denize en yakın yere oturup, yağmur seslerini dinlemeye devam ettim. Tabi ki bu sefer cama çarpan yağmur damlaları, veya kahvem yoktu. Dizlerini kendine çekmiş bir vücut, ve bomboş bir kafa vardı. Babamın da dediği gibi, denize bakarken hiçbir şey düşünemezsin. Ne yapsam yaranamadığım eşim yüzünden, harab olmuştum resmen.
Bıkmıştım, ona yaranamamaktan bıkmıştım.
Ne zaman çabalasam, çabalarımın boşa gitmesinden, beni bir türlü kabullenememesinden bıkmıştım. Ne yapabilirim, ben buyum işte! Sessiz, sakin, huzuru arayan. Bazen meraklı, bazen kitaplara çok bağlanan. Yanlış mı yapmıştım onunla evlenmekle? Belki de hiç sevmedi beni. Oysa ne kadar çok seviyordum onu. Denizi sevdiğim gibi, kitabı sevdiğim gibi seviyordum. O da beni öyle sevsin istemiştim. Hep istemiştim… Denize bakmaya devam ettikçe, bu düşüncelerimi tartmak için kendimi zorluyor ama yine o boş kafaya dönüyordum. Arkamdan gelen ayak seslerini tekrar duyduğumda, bir yarım saat geçmişti. Yanıma oturdu, kafamı göğsüne yasladı ve parmaklarını biraz da düğümlerden kurtarmak istercesine saçlarımın arasında gezdirdi.
Bu sefer özür dileyen oydu. İçtiği ilaçların etkisinden bir türlü kurtulamadığını, ama beni yine de çok sevdiğini söyledi. Uyku sorunları çekiyordu. Uyku ilaçları almaya başladığından beri daha az mutluluk, daha çok uyku, daha çok asabilik vardı. Konuşmuyordum, genel olarak çok konuşkan bir tip de sayılmazdım zaten.
Ağladığı pek belli olmasa da, yüzüme gelen damlaların bir kaçının onun gözyaşları olduğunu anlamak çok da zor değildi. Kafamı kaldırdım, yanağına bir buse kondurdum ve ona gülümsedim. Hemen gözleri parladı. Yağmurun çok fazla şiddetlendiğini hissedince kalktık, ve eve doğru yürüdük.
Çok daha küçükken, babamla birlikte bu evi satın aldığımızı hatırlıyorum. Zaman geçtikçe, bu evin bana hatırlattığı şeyler büyüdü. Babam burada ölmüştü. Ben ilk balığımı burada yakalayıp, evliliğimi burada yapmıştım. Bu evi, bu adayı, dostlarımı o kadar çok seviyordum ki.
İki kedim de birbirlerine çok benziyorlardı. Aralarında bir yaş vardı, birinin adı Kepçe, diğerinin adı Haydar’dı. Kepçe’nin kulakları kocamandı, haydar ise pala bıyıklı, hiç gülümsemeyen bir erkekti. Köpeğimiz Gregor, küçük olsa da evimizi korurdu. Gregoru ilk bulduğumda, daha yavruydu. Adada nasıl bu kadar eşsiz bir köpeğin bulunduğunu bilmiyorum. Ama aç ve susuzdu, kimseden de kayıp köpek lafları duymamıştım. Onu eve almış, büyütmüştüm. Onun beni annesi gibi gördüğüne eminim.
Eve vardığımızda sanki çok uzun bir süre yürümüş gibi hissettim. Kapıyı açtık, ve ikimize de küçük birer tost yaptım. Şehre uğramamız lazımdı. Aynı şeyleri yemekten sıkılmıştım, taze ekmek istiyordum. Fırtınanın yarın dineceği söylentileri vardı, fakat bu kadar şiddetli fırtınanın nasıl dineceğine bir türlü anlam veremiyordum. Fazlasıyla sıradan bu günden sonra, uzun zamandır ilk kez bana sarılarak uyudu. Ve huzurluydu. Bunu bana sarılışından, arada bir alnımı öpüşünden anlayabiliyordum. Bu gece farklıydı sanki, beni hiç böyle öpmezdi. O kadar mutluydum ki, ben bile nasıl uyuduğumu anlamadım.
Birden gözümü açtığımda saat 5 olmuştu bile, günün en güzel saati buydu benim için. Pencerenin kenarındaki o koltuğuma yürüdüm. Hafif sağdan gelen güneşi görmesem de, gökyüzünün yavaş yavaş aydınlandığını, ve güneşin yarattığı o kırmızılığın deniz üzerindeki yansımasını görebiliyordum.
Her şey uyuyordu. Gökyüzü, balıklar uyuyordu. Deniz bile uyuyordu. Hayret!Deniz durgundu. Hafif rüzgarın etkisiyle oluşan dalgalar dışında, iskelenin tamamını görebiliyordum.Kahvemi alıp bir kaç saat daha oyalandım. Sonra giyindim, hızlı bir duş aldım, sevgilime not bırakıp tekneye atladım ve motoru çalıştırdım. Motorun sesi bile bana huzur vermeye yetiyordu. O kadar uzun zamandır bu sesi duymuyordum ki.
Şehire vardığımda ilk işim fırına girmek oldu. İki tane sıcak pide, bir de poğaça aldım. Poğaçamı yerken bir yandan da ekmek kokuları burnuma geliyordu. Daha sonra markete uğradım. Sıcak çorbalar bölümünde çok fazla oyalandıktan sonra, vaktimin olmadığını düşünerek hızlı hareket etmeye başladım. Bütün aldığım yiyeceklerin teker teker kasadan geçmesini bekledim, daha sonra parayı ödeyip dışarı çıktım.
Bir yandan da içimden dalgaların tekrar başlamaması için dua ediyordum. Dalgaların gelmek üzere olduğunu görünce, elimdeki eşyalara aldırmadan hızlı bir şekilde ilerlemeye başladım.
Tam yolun yarısındayken birden her şey yok oldu. Elimdeki torbalar hafifledi.
Önce bir acı, sonra bir rahatlama hissiyle kendime geldim. Sanki deniz hala karşımdaydı, ve sanki hiç olmadığı kadar durgundu.
Bense denizin üzerindeydim, o manzaraya bakıyordum. Yanımda sevgilim, bana huzurlu gözlerle bana bakıyordu.
Ne olduğunu biliyordum. Her şey uyuyordu. Gökyüzü, balıklar uyuyordu. Deniz bile uyuyordu.
Ve artık ben de uyuyordum.
Bir daha asla uyanmamak üzere, derin bir uykuya yatmıştım.