Bu yazımda bahsedeceğim konuya nasıl bir başlık koymam gerek, çıkaramadım doğrusu. Gerçeği söylemek gerekirse, ben de ne yazmam gerek bilmiyorum. Bugün, ölümden bahsetmek istiyorum. Daha önce hiç ele alıp, eksileriyle, artılarıyla tarttığım bir konu değildir ölüm. “Ölüm” sözcüğü bile soğuk gelir bana. İçim ürperir, tüylerim diken diken olur her hissettiğimde, duyduğumda. Ölümü tatmanın nasıl bir duygu olduğu hakkında yorum yapamam, ölüme hiç yakın hissetmedim kendimi, ki zaten kendine yakın hissettirmeyecek kadar donuk bir kelime bu. Bazen sevdiklerimizi elimizden alan, bazen bize son nefesimizi tattıran. Hayata gözlerimi yummama daha uzun bir süre olduğunu varsayıyor, ve “ölen canlının yakınları” konusuna geçiş yapıyorum. Konumun başlığında insan sözcüğü ya da birey sözcüğü yerine “canlı” sözcüğü kullanmamın bir sebebi var, evet. Hayvan besleyenler bilir bunu. Hayvanlar, ömürleri insanlardan daha kısa olan canlılardır çoğu zaman. Ben de çok yakın zamanda bir dostumu kaybettim. Gidişi hakkında tam bir bilgim yok, o sırada evde değildim çünkü. Sanırım evden kaçmış, ve artık örümceklere bir ön yargıyla yaklaşmamı sağlayan bir örümcek tarafından ısırılmış. Okulun ilk günüydü. Hani tarihi unuturum diye yazıyorum: 17 Eylül 2012, Pazartesi. Orta son sınıfa başlamış ben, telefonda İdil Ablama, kavga ettiğim arkadaşlarımla bir sorun olmadığını söylüyor, biraz da beğendiğim çocuktan yakınıyorum. Klasik bir buluğ çağ genç kızı. Daha sonra, telefonda bana söylenen şu sözleri duyuyorum. “Sunny gitti Deniz.” Bir şaşkınlık, birazda merakla soruyorum ona, nasıl ve nereye gittiğini. Cevap bir tokat gibi yapışıyor suratıma: “Suny cennete gitti.” Bir afallama yaşıyorum. İnanamıyorum duyduğum kelimelere. Kısa bir anlık, o kelimeler sanki hiçbir zaman yan yana gelmeyen düşmanlar gibi geliyorlar bana. Onları bir araya koymak zoruma gidiyor biraz. Sonra, olayın aslını öğreniyorum. Kedimin arkadaki araziye gömüldüğünü, artık bize ordan bakacağını. Boğazım düğümleniyor. Kelimeler çıkmıyor boğazımdan. Ağzımı açtığımda çıkan tek ses hıçkırıklarımın sesi. Gözyaşlarım sel oluyor sanki. Durduramıyorum ağlamamı. Çok zor geliyor bana kabullenmek. Hemen arkasından, dostumun bedeninin bulunduğu yere bakmaya gidiyorum. Hatırladıgım kadarıyla taşlarla süslenmiş bir yer. Taşların olduğu her yere bakıyorum, ama bulamıyorum. sonra kafamı çeviriyorum ve görüyorum. Gördüğüm anda anlıyorum zaten aradığım yerin orası oldugunu. İstemsiz olarak gözümden yaşlar süzülüyor. Elimi değmeye korkuyorum. Zoruma gidiyor, iki gün önce dokunduğum dostumun şimdi burda olması.
Bunu her insan anlayamaz. Bu duyguyu. Bazı dostlarımın düşüncelerini, onun sadece bir kedi olduğunu, bu kadar üzülmemem gerektiğini duyuyorum. Ama benim okul arkadaşlarım nasılsa, o dost da öyle benim için. Belki de daha özel, daha çok yakın hissettiğim. “Ölüm” kelimesini bile kullanamadığım. En kötü zamanımda oynadığım, bazı geceler beraber uyuduğum bir dost. Kimsenin bunu benim kadar çok hissetmediğini biliyorum. Çünkü bu duyguyu ancak hisseden bilir. O acıyı tadan. Bunu yazmam gerektiğini düşündüm, çünkü kimsenin beni anlamadığı zamanlarda yazı yazmak, sanki kendimle konuşmak gibi. Kendimle dertleşmek, kendi kendime düşünmek. Bunu yazmam gerektiğini düşündüm, çünkü kaybettiğim dostumu bu kadar kolay unutmadığımı insanların bilmesini istedim. Çok sevdiğim dostumun artık bize uzaktan bakacağını unutmak istemedim. Belki az da olsa hafifledi üzüntüm, az da olsa daha mutluyum. Yazı yazmayı seviyorum, çünkü mutluluğumun yüz üstüne çıkmasını sağlıyor sanki. Ve daha mutluyum. Çünkü artık, bu dertleştiğim arkadaşımın da, gitmiş olan dostumu unutmadığını biliyorum.