Kaplar ve Kalıplara Sığamamak Üstüne

Rengarenk, sapsarı, yemyeşil, kıpkırmızı bir gönlüm var. Bir çiçek aldım kendime, 3 tanesi 100 liraydı. Bir araba olsam kesinlikle sarı bir taksi olurdum. Bir insan olsam da Deniz olurdum, Deniz olmak güzel.

Zamanın kendisine maruz kaldığım için, etken değil edilgenim. Varlığım da aynı şekilde. Varlığım benim bilinçli bir tercihim değildi. Zamanda etken olamadığım için, zamanın kendisi bana acı veremez. Çilecilik bilinçli bir tercihtir. Benim varlığım veya zaman, fenomen olarak bana acı verme yetkisi olan şeyler değillerdir. Heidegger, kaygı kavramı için bir ‘için’ ve bir ‘de’ koyar. Mesela ben, kendim için kusmaktan korkarım. Ölüm ise, sonlu bir varlık olan insanın özüdür. Kendim için ölmekten korkmak demek, ölümen ve varlıktan kaygı duymak, yani aslında kendi varlığının özünden şüphe duymak demektir. Peki ben hem varlığımı kabul eden, hem de varlığımın özünden şüphe duyan biri olabilir miyim?

Ölümlü dünyada ölümsüz şeylere inanmak kadar insani bir şey olamaz. “Ben o kadar küçüğüm ki, elbet benden büyük bir şey olmalı.” Elbet bir aşk, aşkınlık, adanmışlık olmalı; benim kontrol sahibi olmadığım, kontrol edilirmişçesine beni hareket ettiren, beni korkutan, bana bir amaç veren bir aşkınlık. Bu aşkınlık şu anda beni bedenime döndürüyor. Her gün bedenimize, zihnimize dair yeni bir şey keşfediyoruz. 25 yaşında, tüm bedenimi oturup bir kağıda çizebilir miydim? Anlatabilir miydim kendi sırlarımı kendime? Sahi kendimle tanışsam, tanır mıydım kendimi? İnsanın dudakları, kendini öpecek kadar uzanmıyor. Yine de kendimi sevmenin yollarını arıyorum.

Biz alışılagelmiş insanlar değiliz, alışılagelmiş kaplara sığamıyoruz. Tabi ki aşkımız da sıradışı, anlamsız ve karmaşık olacaktı. Herkeste olduğu için değil, burada doğduğu için varolacaktı. Her hissimin altını doldurmaya çalışıyorum büyük bir arzuyla. Hislerimin sınırlarını çizmek, onu uzun uzun betimlemek için bütün çabamla uğraşıyorum. Bunu yapmak istemiyorum artık; ben bilmem ki hakikat nedir, aşk nedir? Bırakıp hissetmek istiyorum sadece.

Kendimi denize, ormana, doğaya atmak istiyorum. Bir gün kendime, kendi ellerimle bir ev kurmak istiyorum. Kendi ellerimle kestiğim odunları, yalnızca benim bildiğim oyuklara sahil olan o odunları teker teker dizerek, dünyadan ve nefretten korunacak bir ev inşa etmek istiyorum.

Ya kendi yoluma varabilmek için dizdiğim taşlara takılıp düşersem? Ya bir gün ben de ölürsem? Ya bir gün kendimi kaybeder ve bir daha asla kendi peşime düşmezsem?

Seferi olmanın garip bir tarafı var; bir yerden bir yere yaptığın her yolculuk, bir şekilde senin kenini tanımaya çalıştığın o duraklardan, hayata karşı içinde tuttuğun sorulardan geçiyor.

Kendime baktığımda gördüğüm beni şu anda seviyorum. Yorgun görünen yüzümü seviyorum, çünkü yaşanmışlıkları anlatıyor bana. Çünkü yoruldum! Yoruldum ve dinleniyorum. Dinlenerek kendime geliyorum.

Birçok ev gezdim, bir sürü nehirde yüzdüm. Kim bilir kaç güneş battı gözümün önünde, sahi kaç kere gözyaşımın tadına baktım? Kendi dizimin dibinden uzaklara gitmedim. Evimin yolunu nasıl unutabilirim ki? Ev benim bedenim.

Ben kimseden nefret ediyor muyum? Nefret etmek ne demektir? Ölmesini umursamayacağım hiç kimse yok; ama bu cümle çok çetrefilli. Ben ölüm olgusunun kendisine üzülüyorum; insan sevdiğim için değil ki?

‘En doğrusu’ olduğumuz bir paralel evren yok. Çünkü ‘en olmabilmek’, sadece beynimizin algılayabildiği sınırlarla ilgilidir. Paralel evrenlerdeki kişiliklerimiz de kendisinden memnun olmayabilir. Tüm jenerasyonumuzu sarmış, ailemizin en köküne oturmuş, kadınlığımızın içine işlemiş bir noktaya savaş açalım beraber. Bir değişiklik olsun ve biz kendimizi, sadece var olduğumuz için sevelim. Kendini gerçekleştirme yalanı altında sürekli kendimizi yakıyor, kırpıyor ve kamçılıyoruz. Tanrısızlığın getirdiği bir problem bu; Tanrı olmadığında belki de sen ulvi bir amaç haline dönüyorsun. ‘Benim varoluşumun bir sebebi olmalı.’ sorusunu sormak insanı ancak iki noktaya getirebilir; ya hakiki bir Nihilist olup varoluşunun bir sebebi olmadığını, sadece ihtimallerden biri olarak varolduğunu anlarsın; ya da sürekli kendine bir sebep arar, bulduğun o sahte sebep için kendini yaralarsın.

Bana ‘Kendini seviyor musun?’ diye sorulduğunda bir günah işlemiş gibi içime kapanıyorum. Tabi ki seviyorum kendimi, ama tabi ki bir o kadar da sevmiyorum. İnşa ettikçe yıkıp, yıktıkça yeniden inşa etmeye çalışıyorum kendimi. Kendime söylediğim sözlerin çoğu yalan; çünkü hepsi içinde bir arzu içeriyor, olma arzusu. İnsan bazı açılardan kendini tanımlarken olduğu insandan çok olmayı arzuladığı veya olmaktan korktuğu insanı koyuyor ortaya.

Kendimi koyduğum kalıplara dönüp baktığımda, çoğu zaman midem bulanıyor. İnsan kendini nasıl sever, ya da nasıl nefret eder kendinden? Kendine bir his hissetmek mümkün müdür? Ben kendimden başkasını bilemem; yokluğum sadece bir halisten ibarettir. Var olmayan bir yokluk üzerinden, var olan bir beni tanımlamaya çalışıyorum. Ben bilemem ki Deniz kimdir?

Belki de senin kendinden nefret etmenden beslenen bu sisteme bir savaş açmak için gerçekten kendini sevmek gerekiyordur. Anarşizm çoğu zaman yakıp yıkmakla, sokaklara dökülmekle, ölmek ve öldürmekle bağdaşıyor. Oysa kalıpları yıkmaya çalıştığım her an kendimi bir devrimin içinde bulabilirim. Hem kim karar veriyor hangi kalıbın daha büyük olduğuna? Kendimi, bedenimi sevmeye açtığım bu savaş da birtabii güzel sonuçlar doğurabilir.

Yaşlı göründüğümü söyleyenlere artık ‘Evet yaşadım çünkü’ diyorum. Kilo aldığımda yediğim yemekleri hatırlıyorum. Büyüdükçe memelerim sarkıyor, bazen memelerimin altı terliyor. Çok güldüğüm günlerde yanaklarımda iki derin çizgi oluşuyor. Ben yaşıyorum; yaşamın izlerinden nasıl bu kadar hayretle bahsedebilirim? Varolmak kadar absürt bir şey yoktur, ve yaşasın ki hiçbir şeyin bir anlamı yok!

Bu yazı Genel kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.