Veda Etmek ve Yas Tutmak Üzerine

Kasım 2024
“Esas düşünmem gereken şey, alışılagelmiş, kalıpların dışında bir aşk yaşamaya cesaretim var mı? Ben, ki bu kadar aşk üzerine düşünmeyi seven biri, kalıplarımı yıkmaya hazır mıyım? Baştan kurabilir miyim bu oyunu kendim için?

Özgürlük uğruna yaptığımız çoğu şeyin arkasında bir teslim olma arzusu yatıyor. Özgürlüğe tahammül ediyoruz; günün sonunda uğruna boyun eğecek bir şey arıyoruz. Tanrı, ideolojiler, bedensel arzularımız; uğruna yaşayacağımız, bizi boyunduruğuna alan ve bize kim olduğumuzu söyleyen bir nokta arayışındayız hep. Bazen kendimize yalanlar söylüyor, bu boyunduruktan kaçmak için yasaklar koyuyoruz kendimize: “Ben hiç günah işlemeyeceğim, ben hiç sevişmeyeceğim, ben kıskanmayacağım, tüketmeyeceğim.”

Kendini gerçekleştirdin mi? Daha çok sen oldun mu arzularına yenik düştüğünde? Arzularına yenik düştüğünün farkında mısın? Aynaya baktığında gördüğün kişi sen misin, ki başka kim olabilirdi ki? Arzularınla yüzleştiğinde nefret ettin mi kendinden, yoksa onları bir parçan yaparak yaşamaya hazır mısın?

“Beklemeyi sevmiyorum. Bacaklarımı sallıyor, ellerimi kemiriyor, çocuk gibi tepiniyorum yerimde. Ben Sisifos olamıyorum; seni özlerken bu özlemin kendisinden tat alamıyorum. Belirsizlik içinde kendimi sıkışmış hissediyorum. Ara tonlardan haz etmiyorum; en büyük dostum siyah ve beyazlar. Ya kendimi tamamen adadığım, ya da zerresini bırakmadığım bir aşk yaşıyorum. Bizi düşünürken bile bizi ying-yang’a benzetiyorum. Seni düşünmek ağzımda limonlu kek gibi bir tat bırakıyor, seni düşünmenin tatlı sıcaklığını atamıyorum ağzımdan.”

Bazen kendimizi tanımlarken kurduğumuz cümleler, kim olduğumuzdan çok kim olmak istediğimizi içeriyor. Kendine karşı dürüst olmak tahmin ettiğinden çok daha zor; ben kim olduğumu nereden bilebilirim? Ben kendimi tanıyabilir miyim ki seveyim kendimi?

Benim en büyük arzum, bu dünyanın yalnızlığını üzerimden atabilmekti. Ben kendime yıllar boyunca yalanlar söylemişim; ben bir aile kurmak istiyormuşum. Ben sırtımı yaslamak, güç almak, bu aldığım güç ile dünyayla savaşmak istiyormuşum. O eleştirdiğim her şeyi içten içe hep arzuluyormuşum; aşk beni değiştirsin, gözümü kör etsin istiyormuşum. Biraz olsun kendimden çıkmak, başka bir kalpte var olmak istiyormuşum. Keşke bu kadar fısıldamasaymışım bu arzularımı.

“Tek başıma varolmaktan çok korkuyorum. Tek başıma acı çekmekten çok korkuyorum. Hislerim o kadar yoğun ki, tek başıma bu hislerle ne yapacağımı bulamıyorum. Nereye koyarım bu hisleri, nasıl başa çıkarım bilmiyorum. Ayrı köşelerde beraber aynı duyguları hissetmek istiyorum. Veya yalan söylüyorum sana; bir tane köşede, yekpare duygularımızı, bir bedenmiş gibi hissetmek istiyorum. Konunun seninle alakası olmadığını ne zaman anlayacağım? Seni nasıl tek başıma sevebilirim sen yokken?”

Bana dağlarda topladığın çiçekler, benim için aradığın taşlar, gönlüme koyduğun cesaretin için teşekkür ederim. Bu defteri artık kapamam lazım, biliyorum. Daha fazla konuşmak hiçbir yere götürmüyor insanı. Konu hiçbir zaman kelimelerin sayısıyla ilgili değildi. Konu aşktı; eylemin kendisiydi. Sana kendimi gösterebilmeyi çok isterdim. Ben seni gönlümce yaşadım; düşüncelerini tattım, aşkımıza vardım. Senin de beni yaşamanı, kendimi sana göstermeyi, renklerimle odayı doldurmayı isterdim. Bizim yatağımız, bizim tişörtlerimiz, ve de biz.

Sana veda ediyorum ama emin ol aşk öyle kapanan bir kapı değil. Benim gönlümde senin aşkın yaşıyor; bazen kapandığını iddia etsem bile insan boğazındaki yumruyu nasıl inkar edebilir? Şu an çok daha kolay geliyor sadece; nefes almak gibi geliyor seni sevmek.

Ben seninle bir ev kuramam. Sana bağırmak isterken kapatamam ağzımı kendi ellerime, sana ulaşmaya çalışan ellerimi saklayamam arkamda. Bizi yaşamak isterken kendimi bundan geri tutamam.

Bu ilişkinin beni, benim ben olmadığım bir kara deliğe sürüklediğini düşünüyorum. Bu kara delik bir karabasan gibi beni doğduğum günden beri takip ediyor; en ufak bir konfor alanında beni kollarına alıp kulağıma yalanlar fısıldıyor. Ben o yalanları masal gibi dinleyerek uyuyakalıyorum onun sıcak ellerinde. Hayatım boyunca her konfor alanı bana bunu hissettiriyor; hemen kim olduğumu, nasıl varolduğumu unutmaya teşne oluyorum.

İyi ki hayatıma girmişsin, kalbime böyle bir aşkın girebileceğini öğretmişsin. Sevginin sakinliğini, sabrını öğrettiğin için çok teşekkür ederim sana. Gözümü artık bu kapıdan ayırmam lazım; kendime bakmak için senin bir daha hiç gelmeyeceğine dair inanca ihtiyacım var. Kapı hiçbir yere kaybolmadığı için ben gidiyorum; artık çalsan bile açamayacağım bir yere. Bence aşk tüm zorlukları yenerdi, anlamsız, kalıplara sığmayan bir şeydi aşk benim için her zaman. Gözyaşlarımı senin kalbine döktüm, sen her zaman senin için dökülen gözyaşlarını bilmeyi haketmiştin. Bol bol öptüm, kalbime koydum, hala arzuladım seni. Ama bu benim aşkım değil, üzgünüm.

Ben mantıksız, belki yanlış, kendime hakim olamadığım ve beni dönüştüren bir aşk arıyorum. Beraber daha çok kendimiz olabileceğimiz, saçmalıklara izin vereceğimiz, anlam aramayacağımız bir aşk arzuluyorum. Sana karşı kalbimde en ufak bir kırgınlık yok; sen sensin, ben benim ve biz ikimiz de çok güzeliz. Kendime yalanlar söylediğim yaşları geçeli çok oldu; ancak kendimi olduğum gibi sevebilirim. Ben değişmeyi ancak doğal akışında istiyorum.

Her zaman kalbimde çok özel bir odan olacak; evim evin, kalbimin bir parçası senin, ve ben her zaman derdini dinlemek, seninle gurur duymak ve seni olduğun kişi için alkışlamak için orada olacağım. Her ihtiyaç duyduğunda bana ulaşabilirsin, kalplerimizin paylaştığı duyguların değerini asla tavan arama atamam. Kendine iyi bak, kalbinde kalmış aşkımıza da öyle, ama artık gerçekten gidiyorum. Seni seviyorum, hep seveceğim.

Bugün dört anlaşmayı okudum. Öğrendiğim en önemli şey asla kendime yalan söylememek oldu. Kendime yalan söylemediğim için çok seviyorum kendimi, seni şu an isterken herhangi biri olduğun için değil, aşkımızın her şeyi aşmasını istediğim için istiyorum. Kendi göğsümü, bacaklarımı seviyorum bu aralar, kendi fikirlerime, olduğum insana bayılıyorum. Sana sayfalarca mektup yazıp tanımadığını düşündüğüm o Deniz’i anlatmak istiyorum. Ama tanısan ne değişirdi bilmiyorum. Benim aşkım buydu, aynı senin aşkının da böyle olduğu gibi. Keşke daha çok duygularımı açabilseydim sana, bazı açılardan sabrı susmakla karıştırmışım. Emin ol hala anlamıyorum neden beni böyle öptün, böyle öperken neden bırakıp gittin, böyle ağlarken nasıl dayanabildin bensiz olmaya? Bilmiyorum. Sorularımı sana sormadan tahminlerde bulunmak istemiyorum artık.

Doğru zaman diye bir şey yoktur; çünkü en olduğumuz nokta hiçbir zaman yoktur. Biz zaten olduğumuz haliyle en gerçek halimizdeyiz, bu durumlar içindeyken en çok çaba harcayan halimiz de buydu belli ki. Aşkın beni şaşırtan yanına bayılıyorum, seni hatırladıkça limon ekşiliği geliyor ağzıma. Daha önce yazmıştım; seni sevmek ağzımda her zaman limonlu kek tadı bırakıyor.

Yours truly and always,
Deniz

Genel kategorisine gönderildi | Veda Etmek ve Yas Tutmak Üzerine için yorumlar kapalı

Kaplar ve Kalıplara Sığamamak Üstüne

Rengarenk, sapsarı, yemyeşil, kıpkırmızı bir gönlüm var. Bir çiçek aldım kendime, 3 tanesi 100 liraydı. Bir araba olsam kesinlikle sarı bir taksi olurdum. Bir insan olsam da Deniz olurdum, Deniz olmak güzel.

Zamanın kendisine maruz kaldığım için, etken değil edilgenim. Varlığım da aynı şekilde. Varlığım benim bilinçli bir tercihim değildi. Zamanda etken olamadığım için, zamanın kendisi bana acı veremez. Çilecilik bilinçli bir tercihtir. Benim varlığım veya zaman, fenomen olarak bana acı verme yetkisi olan şeyler değillerdir. Heidegger, kaygı kavramı için bir ‘için’ ve bir ‘de’ koyar. Mesela ben, kendim için kusmaktan korkarım. Ölüm ise, sonlu bir varlık olan insanın özüdür. Kendim için ölmekten korkmak demek, ölümen ve varlıktan kaygı duymak, yani aslında kendi varlığının özünden şüphe duymak demektir. Peki ben hem varlığımı kabul eden, hem de varlığımın özünden şüphe duyan biri olabilir miyim?

Ölümlü dünyada ölümsüz şeylere inanmak kadar insani bir şey olamaz. “Ben o kadar küçüğüm ki, elbet benden büyük bir şey olmalı.” Elbet bir aşk, aşkınlık, adanmışlık olmalı; benim kontrol sahibi olmadığım, kontrol edilirmişçesine beni hareket ettiren, beni korkutan, bana bir amaç veren bir aşkınlık. Bu aşkınlık şu anda beni bedenime döndürüyor. Her gün bedenimize, zihnimize dair yeni bir şey keşfediyoruz. 25 yaşında, tüm bedenimi oturup bir kağıda çizebilir miydim? Anlatabilir miydim kendi sırlarımı kendime? Sahi kendimle tanışsam, tanır mıydım kendimi? İnsanın dudakları, kendini öpecek kadar uzanmıyor. Yine de kendimi sevmenin yollarını arıyorum.

Biz alışılagelmiş insanlar değiliz, alışılagelmiş kaplara sığamıyoruz. Tabi ki aşkımız da sıradışı, anlamsız ve karmaşık olacaktı. Herkeste olduğu için değil, burada doğduğu için varolacaktı. Her hissimin altını doldurmaya çalışıyorum büyük bir arzuyla. Hislerimin sınırlarını çizmek, onu uzun uzun betimlemek için bütün çabamla uğraşıyorum. Bunu yapmak istemiyorum artık; ben bilmem ki hakikat nedir, aşk nedir? Bırakıp hissetmek istiyorum sadece.

Kendimi denize, ormana, doğaya atmak istiyorum. Bir gün kendime, kendi ellerimle bir ev kurmak istiyorum. Kendi ellerimle kestiğim odunları, yalnızca benim bildiğim oyuklara sahil olan o odunları teker teker dizerek, dünyadan ve nefretten korunacak bir ev inşa etmek istiyorum.

Ya kendi yoluma varabilmek için dizdiğim taşlara takılıp düşersem? Ya bir gün ben de ölürsem? Ya bir gün kendimi kaybeder ve bir daha asla kendi peşime düşmezsem?

Seferi olmanın garip bir tarafı var; bir yerden bir yere yaptığın her yolculuk, bir şekilde senin kenini tanımaya çalıştığın o duraklardan, hayata karşı içinde tuttuğun sorulardan geçiyor.

Kendime baktığımda gördüğüm beni şu anda seviyorum. Yorgun görünen yüzümü seviyorum, çünkü yaşanmışlıkları anlatıyor bana. Çünkü yoruldum! Yoruldum ve dinleniyorum. Dinlenerek kendime geliyorum.

Birçok ev gezdim, bir sürü nehirde yüzdüm. Kim bilir kaç güneş battı gözümün önünde, sahi kaç kere gözyaşımın tadına baktım? Kendi dizimin dibinden uzaklara gitmedim. Evimin yolunu nasıl unutabilirim ki? Ev benim bedenim.

Ben kimseden nefret ediyor muyum? Nefret etmek ne demektir? Ölmesini umursamayacağım hiç kimse yok; ama bu cümle çok çetrefilli. Ben ölüm olgusunun kendisine üzülüyorum; insan sevdiğim için değil ki?

‘En doğrusu’ olduğumuz bir paralel evren yok. Çünkü ‘en olmabilmek’, sadece beynimizin algılayabildiği sınırlarla ilgilidir. Paralel evrenlerdeki kişiliklerimiz de kendisinden memnun olmayabilir. Tüm jenerasyonumuzu sarmış, ailemizin en köküne oturmuş, kadınlığımızın içine işlemiş bir noktaya savaş açalım beraber. Bir değişiklik olsun ve biz kendimizi, sadece var olduğumuz için sevelim. Kendini gerçekleştirme yalanı altında sürekli kendimizi yakıyor, kırpıyor ve kamçılıyoruz. Tanrısızlığın getirdiği bir problem bu; Tanrı olmadığında belki de sen ulvi bir amaç haline dönüyorsun. ‘Benim varoluşumun bir sebebi olmalı.’ sorusunu sormak insanı ancak iki noktaya getirebilir; ya hakiki bir Nihilist olup varoluşunun bir sebebi olmadığını, sadece ihtimallerden biri olarak varolduğunu anlarsın; ya da sürekli kendine bir sebep arar, bulduğun o sahte sebep için kendini yaralarsın.

Bana ‘Kendini seviyor musun?’ diye sorulduğunda bir günah işlemiş gibi içime kapanıyorum. Tabi ki seviyorum kendimi, ama tabi ki bir o kadar da sevmiyorum. İnşa ettikçe yıkıp, yıktıkça yeniden inşa etmeye çalışıyorum kendimi. Kendime söylediğim sözlerin çoğu yalan; çünkü hepsi içinde bir arzu içeriyor, olma arzusu. İnsan bazı açılardan kendini tanımlarken olduğu insandan çok olmayı arzuladığı veya olmaktan korktuğu insanı koyuyor ortaya.

Kendimi koyduğum kalıplara dönüp baktığımda, çoğu zaman midem bulanıyor. İnsan kendini nasıl sever, ya da nasıl nefret eder kendinden? Kendine bir his hissetmek mümkün müdür? Ben kendimden başkasını bilemem; yokluğum sadece bir halisten ibarettir. Var olmayan bir yokluk üzerinden, var olan bir beni tanımlamaya çalışıyorum. Ben bilemem ki Deniz kimdir?

Belki de senin kendinden nefret etmenden beslenen bu sisteme bir savaş açmak için gerçekten kendini sevmek gerekiyordur. Anarşizm çoğu zaman yakıp yıkmakla, sokaklara dökülmekle, ölmek ve öldürmekle bağdaşıyor. Oysa kalıpları yıkmaya çalıştığım her an kendimi bir devrimin içinde bulabilirim. Hem kim karar veriyor hangi kalıbın daha büyük olduğuna? Kendimi, bedenimi sevmeye açtığım bu savaş da birtabii güzel sonuçlar doğurabilir.

Yaşlı göründüğümü söyleyenlere artık ‘Evet yaşadım çünkü’ diyorum. Kilo aldığımda yediğim yemekleri hatırlıyorum. Büyüdükçe memelerim sarkıyor, bazen memelerimin altı terliyor. Çok güldüğüm günlerde yanaklarımda iki derin çizgi oluşuyor. Ben yaşıyorum; yaşamın izlerinden nasıl bu kadar hayretle bahsedebilirim? Varolmak kadar absürt bir şey yoktur, ve yaşasın ki hiçbir şeyin bir anlamı yok!

Genel kategorisine gönderildi | Kaplar ve Kalıplara Sığamamak Üstüne için yorumlar kapalı

Kuş Ötüşü

Seni kaybetmemek adına, seni benim bile nereye koyduğumu unuttuğum yerlere saklamışım. Öyle ki, şimdi aradığımda bulamıyorum seni; ihtiyacım olduğunda evimi yerle bir ediyor, yine de sana dair en ufak bir ize rastlayamıyorum. Sonra tam sen aklımdan çıktığında, hiç olmadık yerlerden çıkıveriyorsun. Seni gördüğümde yüzümde buruk bir gülümseme oluyor.

Bazen çok korkuyorum. Yeşermekten, solmaktan, büyümekten ve aynı kalmaktan, hiç değişmeyecek yanlarımdan ve bir daha asla eskisi gibi olmayacak ellerimden çok korkuyorum. Kendim ve ben olarak yolumuza devam ediyoruz, önümüze daha nasıl güzel ağaçlar çıkacak, kim bilir? Daha kaç ağacın gölgesinde dinlenip kaç ağacı benim ilan edeceğim bilmiyorum. Taşı bol toprak bir yolda yürüyorum, parmaklarımın arasına toprak girdi, ciğerlerim toprakla doldu, taşlar bazen parmaklarımı acıtıyor, ama yürüyorum. Hep hayalimde aynı ormanda yürürüm biliyor musun? Yürüdüğüm ormanın da taşları hep soğuktur, hep güneş batmıştır, hava kararmak üzeredir ama ben hala yönümü bulamamış olurum hayalimde.

Anların ve mekanların tanıdık bir tadı var ağzımda. Daha önce geçtiğim sokaklardan, daha önce oradan geçen Deniz’leri topluyor, onları duvara çivileyip koleksiyon yapıyorum. Daha önce geçen Deniz’leri içimde arıyor fakat bulamıyorum. Anılarımın sahibi ben miyim, yoksa sadece bir süre taşıyıcısı olmak mı bahşedilmiş bana?

Burnumda İstanbul kokusu var, daha doğrusu Kadıköy gibi kokuyor şu anda hayat. Öyle bir yalnız, kalp ağrısı gibi kokuyor sadece. Ankara’ya bu kokuyu nasıl taşıdım bilmiyorum, belki bulutlar gelirken İstanbul’un üzerinden geçerek oradaki Deniz’i buraya taşımışlardır. Neden oradaki Deniz’i bırakamıyorum?

İşin ilginç tarafı, ilk aşkımı sevdiğim gibi seviyorum seni. Seni sensizken daha çok seviyorum. Fotoğraflarına bakmak, olduğumuz ve olabileceğimiz halleri düşlemek, kalbimde hayalimdeki seni büyütmek daha kolay geliyor bana. Sokaklarda yürürken, kahvaltımı yaparken, gece kafamı yastığa koyduğumda, başka elleri tuttuğumda seni düşlemek istiyorum. Bir şekilde içimde seni yeşerttiğim fidanlık besliyor beni.

“Sonra bir gün aşka yaklaşıyorum, en ufak kıvılcımla eriyor bütün örgülerim. Hemen saçaklarım dökülüyor, beni saran yapraklar sararıp dökülüyor, sarmaşıklarım hemen başka bir beden için terkediyor beni. Sevginin, sevilmenin, sevilecek yanlarımın hep rengini tanımlamak istemiş, kendimi hep sararmış morluklarımın öpüleceğine inadurmıştım. İnsan çok gösterdiğinde en görünür yerlerinden öpülüyor ama en özü karanlıkta kalıyor. Sonra bir gün ördüğüm bütün örgülerin sayısını unutuyorum, çözdüğüm düğümlerin ucunu kaçırıyorum, ütülediğim tüm gömlekleri buruşturup rafa kaldırıyorum.

Öyle elim ayağım birbirine dolaştı aşkı görünce. Uzaktan sana göz kırpıyor ama aşk inanır mısın? Kalabalıkta aşkın kokusunu milyonlarca koku arasından seçebiliyorsun. Karanlıkta, kalbin elinde çarparken seni buluyor, gözünün içi gülüyor, sana kalbinin yarasını açıyor, sen de onu hemen bağrına basıyorsun. “Göğsüme yatsın da saçlarını okşayayım.” diyorsun aşık olunca. Yüzünü ellerinin arasına alıp, kimsenin kimseyi öpmediği gibi öpmek istiyorsun. Yangın yeri oluyor kalbin; o kadar büyüyorsun ki bedenine sığamıyorsun. Sığamıyordum kendi bedenime.

Ben şimdi İstanbul’a yola çıkmak için hazırlanan kuşların kulağına daha önce kimsenin kimseye söylemediği aşk şiirlerini fısıldasam, o kuşlar sabaha karşı senin camına konsa, bağır çağır uyandırsalar seni, gagalarını camına vursalar, “Kalk hadi sabah oldu, bak sana nasıl cümleler kuruluyor.” deseler, belki de seni merak etseler, “Kimdir acaba bu kadar çok sevilmiş olan yahu, uyansın da biz de görelim.” deseler, “Uğruna böyle güzel sözler söylendiyse kesin vardır bir hikmeti.” deseler, sen yine sabahın köründe o kuşlara lanet okurdun.

Kuşların böyle bir durumda sana çok aldıracağını düşünmüyorum. Kuş bu sonuçta, öncelikle aynı dili konuşmuyoruz. Tabii hissederlerdi sendeki o huysuzluğu ama uyku mahmurluğuna verirlerdi diye düşünüyorum. Bir de görevleri var, ki görevlerine de çok sadıktır kuşlar, o yüzden yine de en güzel ötüşleriyle karşılarlardı seni. Sen yine de camlarını kapatır, panjurunu çeker, uykuna devam etmeye çalışırdın. Kuşlar için uykunu bölmeye değer mi?

Mesela bir masalın içindeymişiz gibi kaldırımlara heceleri bıraksam, heceleri bıraka bıraka gezsem tüm sokakları, sen o heceler sana dünyanın sırrını söyleyecek olsa bile o heceleri toplama zahmetine girmezdin. Sen çok yorgundun çünkü. Heceleri toplamak, kuşların dilini anlamak zahmetliydi, aşk zahmetliydi, ben ki senin için en zahmetli olandım ve sen yorgundun. Bir-iki hece için yolunu uzatmaya değer mi?

Genel kategorisine gönderildi | Kuş Ötüşü için yorumlar kapalı

Bir gün aklıma Ulus Baker düştü

Bazen durup durup Ulus Baker’i düşünüyorum. Hayatımda hiç Ulus Baker okumadım, birkaç tane videosunu izledim sadece. Daha önce onun hakkında yazılan bir yazıyı okumuştum. 2 tane kedisi varmış, ikisinin de adı Spinoza’ymış. Acaba gerçekten Spinoza’yı çok sevdiği için mi, yoksa kedilere isim vermeyi mülkiyet olarak gördüğü için mi isimlerini böyle koymuştu? Bir arkadaşım var, onun da kedisinin ismi yok mesela. İsimsiz bir kedi, insana çok yavan geliyor. Ona seslenmek istediğimde ‘hşşt’, ‘pisi pisi’, veya ‘kedi’ diyerek sesleniyorum. Bazen sevgi sözcükleri de kullanıyorum ama yine de ona hitap ederken kendimi çok eksik hissediyorum. Sanki ona bir isim atfetsem derin bir nefes alır ve artık onu düşünmeyi bırakırdım. Belki de onu düşünmeyi hiç bırakmamamız için ismi yoktu.

Ulus Baker’i evinde viskisini yudumlarken ve kitaplarını okurken hayal ediyorum. Acaba Baker evinde Cioran okuyor muydu? Acaba intiharı düşünüyor muydu? Viskiyi çok kaçırıp okuduklarını unuttuğu günler oluyor muydu? Kedilerini beslemeyi unutuyor muydu mesela, ya da arkadaşları onun evine giriyor muydu? Sanki Ulus Baker’in evinde hiç tepe lambası yanmazdı gibi geliyor. Hep küçük bir sürü lambası olduğunu, çoğu zaman onları kapatmayı unuttuğunu düşünüyorum. Bana niyeyse aklı karışık biri olarak geliyor, zaten her filozofun aklı biraz karışık değil midir?

Hakkında hiçbir şey bilmediğim, daha önce hiçbir yazınını okumadığım bir insan hakkında niye bu kadar çok şey düşündüğümü bilmiyorum. Onu niye konumlandırmaya çalışıyorum? Belki de onu imgeleştirmek, aslında onu Ulus Baker olmaktan çıkarıyordu. Belki de günlerini viski içerek ve kitap okuyarak geçiren, 2 kedisine ara sıra seslenen, ışıklarını açık unutan biri olmak istiyorum. Belki de sadece ismini çok duyduğum ve asla tanımaya çalışmadığım için kendime kızıyorum. Kim bilir? Ama bazen okuduğum kitapları Ulus Baker gibi okumaya çalışıyorum; nasıl kitap okuduğunu bilmediğim o adam gibi.

Onun hakkında okuduğum o bir tane yazıya göre, Ulus Baker’in kazakları hep yırtık olurmuş. Bizim gibi fani kıyafetlere değil, daha aşkın şeylere inanırmış sanırım. Bazen ben de kitaplara gömülmekten üstümü, dışımı, kendimi unutmak istiyorum. ‘Estetiğin fetişleştirilmesi’ üzerine yazan kimdi sahi? Şimdi aklıma gelmiyor, belki notlarımda vardır. Aslında filozofların bu kadar berduş görünmesinin bir sebebi varmış. Estetiği biraz yavan, dünyevi buldukları için dış görünüşleriyle uğraşmazlarmış. Sanırım Spinoza da yırtık kazağını umursamıyordu. Benim de bir tane yırtık kazağım var, hatta en çok sevdiğim kazağım o. Mülkiyete karşı bir sevgi besliyorum belki de. Kazağı her giydiğimde parmağım kazağın deliğini arıyor. O deliği kaybettiğimde stres olup daha endişeli bir şekilde arıyorum, bulduğum zaman da çok rahatlıyorum. O deliğin her zaman orada olduğunu biliyorum ve her seferinde de onu hissetmek istiyorum. Yırtık kazağımı atmak istemiyorum hiç, eminim ki çok uzun bir süre daha benimle kalacak. Hızlı moda’ya böyle karşı çıkıyormuşum gibi geliyor. Sonra çok beğendiğim için gidip bir pantolon alıyorum, sanki hiç pantolonum yokmuş gibi. Daha sonra da mülkiyet sevdasını eleştiriyorum, çok biliyormuşum gibi. Sahi neyi biliyorum ki?

Genel kategorisine gönderildi | Bir gün aklıma Ulus Baker düştü için yorumlar kapalı

Kalbimin odaları

Bazı günler, kalbimin odalarında daralıyorum. Duvarlar daralıyor, tavanlar azalıyor, içime gök doluyor, içim doluyor ve taşıyor. Bazı günler kendimi, sanki ağır bir paltoymuş gibi asmak istiyorum. Kendi düğmelerimi açmak, kendimi omzumdan almak, paltolukta kendimi yer bulmak ve kendimi orada unutmak istiyorum. Çok hafiflerdim kendimi bilmediğim bir evde unutsam; ya da belki bilerek bıraksam. Evrenin içinde kaybolan milyonlarca paltodan biri olur giderdi benliğim- sanki öyle olmayacak gibi.

Dostoyevski ‘Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık’ derken Rus edebiyatında Gogol’ün büyüklüğünü anlatmaya çalışıyordu, biliyorum. Bir yandan da o paltoyu hepimiz bir yerlerde unutmuşuz gibi geliyor. Sahip olduğumuz, en değerli saydığımız o paltomuzu kimin evinde unuttuk? Çok istesek, her eve tekrar girip çıksa bize geri döner mi? Belki de bu yüzdendir eski sevgililerimizle tekrar karşılaşma isteğimiz. Kapıyı tıklatıp ‘Pardon, paltom sende mi kaldı acaba?’ demek içindir. O ağır kışta, sokaklarda içimiz titreyerek yürürken, unuttuğumuz paltomuzun içimizi ısıtmasını bekliyoruz belki de.

Kalbimde her şey çok dar, öfkeli, kırgın ve üzgün sanki. Sanki kalbim bir türlü ağır duyguları içinden atamıyor.

Çocukken kapalı odalardan çok korkardım. Kaçamamak ve sıkışıp kalmak beni çok korkuturdu. Şimdi kendimden kaçmaya çalıştığımı biliyorum ama o zamanlar neden bu kadar koşardım bilmiyorum. Koşmaktan dizlerim yoruldu, ayaklarımdaki yaralar göğsümde sızlıyor, ciğerlerim daha fazla oksijen istiyor. Tanrım, ne zaman biter bu koşma hali? Ne zaman durma zamanı olacak benim için?

İçinden çıkamadığım, içimden atamadığım her şeyden çok korkuyorum. Hiçbir zaman çocuk sahibi olmak istemedim mesela. İçimde ben olmayan, atamadığım bir varlığı nasıl taşırdım-hele kendimi taşımak istemezken? Vücudum benden başkasını nasıl besler, nasıl büyütür, nasıl severdi-daha kendini büyütemezken? Belki de bende olanı ben olmayanla paylaşamayacak kadar bencil biriyim. Belki de benim dünyamda sadece bana yer vardır.

İnsan olmaktan muzdaribim. Çektiğim sancılar insan olmaya, kadın olmaya dair sancılar çoğu zaman. Kendimi bir palto gibi assam, sancılarımı cebimde unutsam, dönüp de bir gün arar mıydım o sancıları? “Bir zamanlar ağrılarım vardı ve artık yoklar, nerede unuttum o ağrıları?” der miydim? Daha az ben olur muydum o sancılardan arınsam?

Bazen kalbim çok dar, ruhum vücuduma sığmıyor, içimdeki denizde boğuluyor gibi hissediyorum. İçimdeki Deniz ne istiyor anlamıyorum. İnsanlara çok iyi yüzdüğümü söylerim hep, belki de boğulmaktan korkmadığım veya boğulmayacağımı bildiğim için. İçimdeki Deniz beni boğamadıysa varsın en dalgalı Deniz’ler çıksın karşıma; bana ne olabilir?

Bazen içim çok sıkılıyor, kendi içimde sıkışıyorum.

Genel kategorisine gönderildi | Kalbimin odaları için yorumlar kapalı

Dizimdeki çatlaklar

20.06.2023
Çoğu zaman, acı kelimesinin tarif ettiği fiziksel duyguyu bulmakta zorlanıyorum. Neremiz acır? Mesela dizimdeki morluk acır mı? Ya vücudumdaki çatlaklarım? Bugün kendimi, parmaklarımı dizlerimde gezdirirken ‘Burası acıyor’ derken buldum. Neden çatlaklarım acıyor? Yoksa kendimi aynaya bakarken tahmin ettiğim kadar çok sevmiyor muyum?

Aslında son zamanlarda kendimi çok sevdiğimi hissediyordum. Sevmek belki doğru kelime değil; ama kendimi asla terketmiyordum. Mesela ağlarken kendime sarılabiliyorum; ne büyük bir özgürlük bu! Kendimi uyutuyor, hikayeler anlatıyor, ruhumu ve bedenimi besliyor, en önemlisi de kendimi en iyi ben dinliyordum.

Kendimle ilgili sevdiğim şeyleri cümlelere dökmekte zorlanıyorum. Mesela kendi başıma yatak kurabilmeyi seviyorum. Ailem yanımda değilken de ayakta kalabilmeyi seviyorum. Metroda ağlarken utanmamayı seviyorum. Sevdiğimi söylerken utanmamayı da seviyorum; sanırım kendimden çok az utanıyorum. Artık kendimi olduğum gibi kabul edebiliyorum sanırım. Yalnız, mutsuz, sürekli ağlayan ve çok üzgün biri. Belki daha bir sürü şey; ama en çok bunlardan ibaret biri Deniz.

Daha fazlası olmak istiyorum. Daha fazlası olmak için de çok çaba harcıyorum.

Bilmiyorum ya, belki de harcamıyorum.

Aşık olmak istiyorum. Şu anda yanımda beni anlayan birinin gözlerine bakıp ‘Çok yorgunum değil mi?’ demek isterdim. ‘Evet canım, çok yorgunsun’ demesi için. Yorgun olduğumu kabul edip dinlenirdim belki. Belki aldığım her nefes ruhumdan bir yük alırdı, belki kendime daha az kızardım, belki de sadece durmayı öğrenirdim. Belki de sadece, Deniz artık yorgun, ve dinlenmesi gereken biri olurdu.

Son zamanlarda kendimi hep erken ölecekmiş gibi hissediyorum. Meral Okay, Yaman’dan bahsederken onun için: “Tanrım, bu adam ne zaman yorulacak!’ diye. Meğer acelesi varmış… Her şeyi o kadar yoğun, hızlı ve çoşkulu yaşıyor ve yaşatıyordu ki büyüleyici bir şeydi bu.” cümlesini kurmuştu.

Sanırım ben Yaman olduğumu düşünmek istiyorum. Biri benim Yaman olduğumu düşünsün istiyorum. DenGörsün ve beni öyle sevsin; kalbimdeki en derin çatlaklara kadar.

Bugün dizimdeki çatlakları severken bunu düşünüyordum.

Genel kategorisine gönderildi | Dizimdeki çatlaklar için yorumlar kapalı

Görmek

Yıllar boyunca ailem bana ‘Sen su gibisin, hangi kaba konursan onun şeklini alırsın.’ dedi. Kendimi hep akışkan, yapışan, temelsiz, ve hareketsiz hissettim. Belki su birikintileri üzerine düşündüğümüzde hepimizin aklına farklı şeyler geliyordur, ama benim aklımda olan hep yerde duran, ağır, kaldırılması zor ve ancak doğru kaba konulursa kendini tamamlayacak bir birikinti oldu.

Su ile anlam veremediğim bir ilişkim var. En sevdiğim içecek su mesela. Vizyonsuz olduğunu da düşünmüyorum; gerçekten çok seviyorum su içmeyi. Litrelerce su içip içimi ferahlatmaya bayılıyorum. Bir gün bir terapide, hangi eşya olmak istediğim sorulduğunda kendimi hayrat çeşmesi olmak istediğimi söylemiştim. Aklıma direkt Filyos’taki soğuk sular akan Hayrat Çeşmesi gelmişti. Avuçlarına doldurduğun, eve götürdüğün, seni besleyen bir eşya. Bunu da en müthiş insan ben olduğum için istemedim, belki de o yüzden istedim, kendi kendime konuşurken bir de hesap mı vereceğim?

Bazı günler annemi çok özlüyorum. Annemin kendisini mi, yoksa anne fikrini mi özlüyorum bilmiyorum. Annem üzerine yazmaya başladığımda gözlerimden yaşlar dökülüyor, görüşmeyi bıraktığımızdan beri neredeyse hiç yazmamıştım onun üzerine. Ne zaman rüyamda annemi görsem, onu hep denize girerken görüyorum. Annem benim için hep denizle bağdaşıyor, sebebini bilmiyorum. Bugün hasta hissediyorum kendimi. Ben üzgün, hasta, yalnız hissettiğimde, yataktan çıkmak istemediğimde annem bana hep salçalı makarna ve tarhana çorbası yapardı. Sizin hayatınızda o kadar güzel yemekler yediğinizi sanmıyorum. Çünkü dünyanın en güzel salçalı makarnasını benim annem yapardı. Hala yapamam ben onun kadar güzel salçalı makarnayı; gizli malzemesi sanki sadece salçalı makarnaya kattığı bir şeydi.

Dediğim gibi, bugün kendimi hasta hissediyorum. Ben annemin evinde olayım, yatağımda uzanayım, annem gelip başımı okşasın istiyorum. Sanırım anlamlandıramadığım anne-kız ilişkimde, annemden yardım istemekten hiç çekinmedim. Belki anne olduğu için bazı şeyleri yapmakla yükümlü olduğunu varsaydığım içindir. Fakat şu anda yardım isterken çok çekiniyorum. Şu anda yanımda biri olsun, beni anlasın, kafamı okşasın, gerçekten bana kıyamasın istiyorum. İnsanların yanında ağladığımda bana verdikleri o histen nefret ediyorum. Sanki ağlamamı tercih ederlermiş gibi bana bakmalarından nefret ediyorum. Şu anda kimseyi ağladığım için aramak istemiyorum. Ama birileri beni tanısın istiyorum sanırım.

Bilmem, ben tanımak için çaba harcıyormuş gibi hissediyorum. Arkadaşlarımın ihtiyaçları olduğunda onları görmeye çalışıyorum. Ben üzgünken kendimi görünmez gibi hissediyorum; beni kimse görmüyormuş gibi. Biraz öngörülmek istiyorum. Kendi göremediğim, veya gördüğüm ama dillendiremediğim tüm pratiklerimi, hayatıma giren insanların anlamasını istiyorum. Belki çok fazla şey istiyorum; ama bana kalırsa dünya üzerindeki herkes gibi sadece görülmek istiyorum.

Genel kategorisine gönderildi | Görmek için yorumlar kapalı

Belki

Kendi hayatımda zaman yolculuğu yapabilmeyi hep çok isterdim. İyi hissettiğim, güvende hissettiğim anlara geri dönmek, kokuyu tekrar içime çekmek, tenimde güneşi hissetmek ve o hissi tekrar yaşayabilmek için. Geçmişe dönüp baktığımda, kalbimde hissettiğim o düğümün neredeyse her anımda içimde olduğunu görebiliyorum. Çok küçük anlarda o düğümün orada olmadığını hissetmiştim; gerçekten ben gibi hissettiğim, güvende hissettiğim çok az an vardı.

Geçmişe döndüğümde aşklarım üzerine çok düşünüyorum. Kendime artık bunları düşündüğüm için kızmıyorum, çünkü aşık hissetmenin benimle özdeşleşen bir tarafı var sanki. Sanki bu satırları yazarken içimde bir yerde kendimi arıyor gibiyim; insan kendi içinde kendini kaybeder mi?

Yeni bir güne uyandığımda kendimi sevmek istiyorum bazen. Saçlarımı, yüzümü, göbeğimi sevmek istiyorum. Kendi elimden tutup burada olduğum için ne kadar mutlu olduğumu söylemek istiyorum kendime. ‘Hep buradaydın ve hep yanındaydım, aslında hiçbir zaman tahmin ettiğin kadar yalnız değilsin.’

Bir şey arıyorum. Bu aradığım şeyin ne olduğunu bilmeden sahnenin her yerine bakıyorum sanki. Stanislavski’nin bir çalışmasında gibi hissediyorum kendimi. Oyuncuya sahneye bir cisim sakladığını ve onu aramasını söylersin; oyuncu cismin orada olmadığını bildiği için arıyor-muş gibi yapar. Sonra ona aslında gerçekten bir cisim sakladığını söylersin ve o zaman gerçekten aramaya başlar; perde aralarına, koltuklara, sahne parkelerine detaylıca bakar. Oysa ki cisim hiçbir zaman orada değildir-ya da belki oradadır fakat hiçbir zaman bulunmayacaktır- ama gerçek olan tek şey oyuncunun o arayışıdır. Aradığım şeyi tanımlayamamakla birlikte gerçekten aradığımı biliyorum; tüm anılarımı karıştırıp, duygularımın arasına ellerimi sokup, kendi denizimde boğulup, gözyaşlarımı tenimde hissederek arıyorum o bir şeyi.

Aradığım şeye aşk demeye gidiyor dilim bazen. Ama bu aşk bir kişi değil, o duygunun kendisi sanki. Ben olduğum, gönlümde aşkı hissettiğim, kendimi aştığım ve bazen dünyaya karıştığım, evreni kalbimde taşırken bile kuş gibi hafif hissettiğim o hissi bulmak istiyorum. Bu aşkı bir ilişki içinde bulmaya çalışmıyorum, bulmaya çalıştığım şey bana o aşkı hissettirecek bir insan, bir mekan, bir şarkı veya bir şiir değil. Ben o aşkın kendisi olabilmek, aşkın olabilmek istiyorum. Kendimi aşan, denizleri aşan, boğulmaktan korkmayan, düşünce canı yanmayan, elleri kanamayan biri olmak belki de.

Bazen ellerim kanıyor, kanasın istemiyorum. Düştüğüm zaman bacağım acısın istemiyorum. Ağladığım zaman yanaklarım kaşınıyor, nefret ediyorum bu histen. Küçükken annem bana senin kalbinde masum üfürüm var demişti. Kalbimde küçük bir delik varmış, doğuştan gelen. Hep kalbimi hayal ederdim; deliği anlamaya çalışır, boyutlarını düşünür, onun yarattığı boşluğu hissedebilmek isterdim. Zamanla masum üfürümler kapanırmış, öyle demişti annem; o delik artık kaybolur, kalbin kendini tamamlar ve büyürsün. Belki de doğduğum andan beri kalbimde olan o deliği anlamaya, onu tanımlamaya, hissetmeye çalışıyorum. Çünkü kalbim acıyor, acısın istemiyorum. Acısına sebep olan şeyi bulamadığım gibi ona nasıl iyi geleceğimi de bilmiyorum. Kaybolmaktan korkuyorum, korkmak istemiyorum. Kendi küçüklüğümden, hayal gücümün büyüklüğünden, insanların öldüğü sokaklardan, kalabalık otobüslerden, bana bir zamanlar sevdiğim insanları hatırlatan kokulardan çok korkuyorum.

Hayatımı açık denizlerde bir gemiye benzetiyorum. Her zaman dümende benim ve sevdiğim insanların eli vardı. Ailem, arkadaşlarım, aşklarım, hiçbir zaman yalnız bırakmadılar beni. Ankara’dan ayrılırken herkese ‘ben yapabilirim’ dedim; ‘tek başıma bu dümende durabilirim’. Aslında kimse yalnız bırakmadı beni; ben yalnız kalmayı istedim. O dümende tek başıma olmayı, engin denizleri aşmayı, dalgalarla boğuşmayı ve sonra o fırtınadan çıkınca kendimle gurur duymak istedim. Belki de başarıyorum, sadece zorlanıyorum, bazen çok korkuyorum ama genellikle çok güçlü hissediyorum.

Belki de doğuştan

Tüm ilişkilenmelerim için

Genel kategorisine gönderildi | Belki için yorumlar kapalı

Clown Jam- Fiziksel Tiyatro Araştırmaları

03.12.2022

3 Aralık Cumartesi günü yağmurlu bir İstanbul akşamında, birincisi düzenlenen Clown Jam’i izlemeye gittim. Kadıköy’de bulunan SBCS isimli bir Sirk Sanatları stüdyosunda, oturma düzeni olmadan, yerlerde ve merdivenlerde oturarak, biralarımızı ve çaylarımızı içerek gösteririn başlamasını bekledik hep beraber. Herkesten önce Güray Dinçol sahneye çıkıp bize Clown Jam’i ve konsepti tanıttı. Aslında isminin Jam olmasının sebebi, seyirciyle birlikte şekillenen, kesin çizilmiş hatları olmayan kısmi doğaçlamalar izleyecek olmamızdı. Bu bir ‘tiyatro’ değildi, performans sınırları içerisinde bir deneysellik ve bir arayış gösterisiydi. Daha sonra toplamda 14 kişinin clown’ını sergilediği gösterinin sunuculuğunu yapmak için ‘Havva The First’ sahneye çıktı. Gösteri sonunda öğreniyoruz ki, meğer Havva karakterine hayat veren Adem’in ilk drag queen deneyimiymiş.

İlk yarıda 7, ikinci yarıda 6 kişinin performansını izledik hep beraber. Bol bol kahkaha attık, alkışladık, heyecanlandık ve bağırdık hep beraber. Yaratılan tüm karakterler birbirlerinden farklı eğitimlerden geçmiş, farklı clown tiplerini sahneye koyan insanlardı, o nedenle tüm oyunlar için bir genelleme yapmak çok zor. Bu sebeple de, genel olarak ekipten ve atmosferden bahsetmek istiyorum.

Seyirci kesinlikle neyi beklediğini bilerek gelmişti. Herkes bunun deneysel bir arayış olduğunu biliyordu; tüm seyirciler oyunculara büyük bir şefkatle yaklaşıyordu. Çünkü aslında hepimizin en büyük arayışı, deneyip yanılabileceğimiz ve bu yolda yalnız olmayacağımız alanlar yaratmak kendimize. Oyun sonrası söyleşi herkes için duygusal bir deneyimdi; Clown Jam’e katılmak istemiş fakat cesaret bulamamış tüm seyirciler, oyunculara cesaretleri, korkuları, adımları ile ilgili sorular sordular. Oyuncuların hepsi de kendi korkularından bahsetmeye başladılar; mühendis bir oyuncu nasıl ilk clown’ını eşine ve çocuğuna oynadığını, tango dersi alan bir oyuncu annesinden aldığı ‘E bu komik değil ki’ yorumunu, sırf bu Jam için bir oyun hazırlayan ikili ise nasıl çalıştıklarını anlattılar. Saat 12.30’tu ve biz sanki hep beraber elele tutuşuyorduk; sanatı seven, denemeyi seven, birbirimize alanlar yaratan insanlar olarak.

Dediğim gibi bu bir ‘tiyatro’ değildi, kesinlikle performans sınırları içerisindeydi ama belki de buna bir ‘oyun’ demek daha doğru olur. Her karakterin kendi içinde bir akışı vardı, birbirlerinden bağımsız olsalar bile sahnede kendi oyunlarını izleme şansı bulduk. Normalde bir oyun izlerken rejiyi, oyunculukları, metni, ışığı, müzikleri, kostümleri ve daha bir çok şeyi düşünürken bulurum kendimi. Fakat bu Jam’de oyuncular kendi rejisörüydü, kendi metinlerini kendileri yazmışlar, müziklerini kendi bulmuşlar ve kostümlerini kendi dikmişlerdi. Her sahneye çıkan oyuncuyu gördüğümde aklıma gelen tek şey ‘cesaretleri’ oldu. Düşmeye, yanlış yapmaya, yanlış anlaşılmaya cesaret göstermişlerdi. Tabi ki her clown bana aynı derecede hitap etmedi; her clown ile bağ hissedemedim, ama zaten amaç da tüm clownları beğenmek değildi. Bana kalırsa oyunun tüm amacı, kendimize deneyebileceğimiz oyun alanları yaratmaktı. Fiziksel Tiyatro Araştırmaları da bu alanı oyunculara ve seyircilere verdi; iyi ki verdi.

Bir sonraki Clown Jam’leri heyecanla bekliyorum.

Genel kategorisine gönderildi | Clown Jam- Fiziksel Tiyatro Araştırmaları için yorumlar kapalı

Baba

Aynı yolda kaybolmuşken buluyorum kendimi. Bile bile neden bu yola girdiğimi inan ben de bilmiyorum Fidan, belki de bu kayboluşu seviyorumdur; kim bilir? Belki aradığım yol kendi yolumdur, kavgamın yoludur, belki bir anlamdır bu yol; inan ki bilmiyorum. Kavgamı bile unutmuş gibi hissediyorum bazen Fidan. Ölümü çok düşünüyorum. Bu hayat bizim için çok kısa. Daha fazla yaşamayı, daha fazla çoğalmayı o kadar derinden istiyorum ki. Toprağa karışmaktan çok korkuyorum Fidan. Hatırlamayacağım bir anı kendi kafamda o kadar çok yaşatıyorum ki; sanki yaşamışım gibi korkuyorum ölümden. Yok olmaktan çok korkuyorum, ki ne kadar insani bir duygu bu! İnsanlığımı, varlığımı hiç olmadığı kadar yoğun hissediyorum son zamanlarda. Fidan, ne güzel ismin var. Keşke ben de bir fidan olsam; yeşersem, çoğalsam, hayata tutunsam, varlığımı temellendirsem köklerimle. Biz ölümlülerin nasıl saçma dertleri var değil mi? Hep aynı şeylerden yakınıyoruz.

Babam hep başına bir çınar ağacı dikilsin istemişti öldüğünde. O ölünce ne yapacağımı bilmiyorum Fidan. Kefen nasıl dikilir, toprak nasıl kazılır bilmiyorum. Belediyeler yapıyormuş artık her şeyi, ama ben yine de nasıl başa çıkarım bilmiyorum. İnsanın babası ölür mü? Baba dediğin her zaman yanında yatan, her zaman elini tutandır. Ben onu nasıl toprağa veririm bilmiyorum. Bir çok şeyi bilmiyorum hayatta Fidan.

Mesela bu anılarla ne yaparım bilmiyorum Fidan; parçalar oturmuyor yerine. Babamla biriktirdiğimiz bozuk paraları saydığımız anı nasıl unuturum bilmiyorum; sesini nasıl kaydederim beynime bilmiyorum. Baba çok farklı bir şey Fidan. Baba sanki bir toprak kazıyor sana; seni içine koyuyor sen yeşer diye. O bana yol göstermeden yolumu nasıl bulurum bilmiyorum Fidan. Yolumu o çizsin, halimi o çözsün istiyorum hep. Bu içimde çoşan duyguları bastırıp onu nasıl bağrıma basmadığımı da bilmiyorum.

En çok kendimi bilmiyorum mesela. Delirmekten çok korkuyorum Fidan. Mesela bir şeye yıllarca tutunup bırakamamaktan korkuyorum. Bazen de hiçbir şeye takılmayıp, boşlukta süzülmekten korkuyorum. Ben çok fazla şeyden korkuyorum Fidan. Seni kaybetmekten de korkuyorum mesela.

Yolum seninle çizilmiş gibi hissediyorum Fidan. Ağaçların sık olduğu, üstümüze düşer gibi durduğu bir yol var gözümde. Taşlara takıla takıla ileriyoruz; havada hafif bir karanlık var, bir de toprak kokusu var burnumuzda. Elini tutmuşum yürüyorum; elini bırakmaktan korkuyorum Fidan. Belki de seni kaybedince bulacağım kendimden korkuyorum. Yolu bulamamaktan korkuyorum, anlamamaktan korkuyorum. O kadar çok korkuyorum ki anlamamaktan; 70 yaşıma geldiğimde her şeyi yanlış anladığımı farketmekten korkuyorum. Fidan sen bensin; benim bir parçamsın, bana öyle bir karışmışsın ki; korkuyorum seninle yok olmaktan. Kendimden kaçmak olurdu senden kaçmak; seni öyle yaşatıyorum içimde.

Fidan, seni ben büyütüyorum içimde. Bıkmadan, usanmadan besliyorum derinlerini. Her sabah uyanıp seni hatırlıyorum. İyi ki yaşıyorsun içimde; iyi ki biz olmuşuz. İyi ki bu taşlar çıkmış karşımıza. Başka taşlar çıksa nasıl düşerdik kim bilir? İyi ki tamamlanmışız beraber Fidan. İyi ki büyütmüşüm seni içimde.

Genel kategorisine gönderildi | Baba için yorumlar kapalı